Hazır kalıplarla değil sentezlere vararak düşünmek, derin düşünmek, dondurulup çarpıtılmış her şeyi didik didik eden bir merakla düşünmek gerekli bize. Duyarak düşünmek

Işığa layık olmak

Başlangıçta ışık vardı.

Doğa her zaman alıştığımız biçimde hareket etmez. Işığın ne dalga ne parçacık, günlük yaşamda bilinen karşılığı olmayan başka bir şey olduğunu düşünmek, onu gerçekten düşünmenin anahtarı olabilir. Dalga-parçacık ikiliğini aşacak biçimde bakabilen bilim insanı, Baudelaire’in şiirde, Picasso’nun resimde, Beethoven’ın müzikte yaptığını yapmaktadır. Bilginin ışığını eleştirel yöntemle arama sürecine, ışığı dalga ve parçacıktan başka türlü bir şey olarak da düşünebilen bir duyarlılık ekleyebilirim umuduyla siyaset bilimi alanında doktoraya başvurdum geçenlerde. Karl Popper’ın dediği gibi “Tüm bilimler evrenbilime hizmet eder” - evrenbilime hizmet etmek; “Gerçek felsefi sorunların kökü her zaman felsefeye ait olmayan alanlardaki önemli sorunlara dayanır. Siyaset, din, matematik, doğabilimler, tarih gibi” - (lisans düzeyinde eğitimini aldığım, uzun yıllar süren iş yaşamımın ardından son altı aydır TBMM’de uygulamasının az çok parçası olduğum) siyasetin bilimsel yanına odaklanarak gerçek felsefi sorunları tartışabilmek dileğiyle.

Kırk yaşından sonra dört yıllık maratonu göze alıp akademik araştırmalara girişmek kolay değil. Doğrusu, aylarca disiplinle-şevkle çalışıp bir gece ansızın sıkılıverecek biriyim ben. “Büyümek, insanın gidecek yeri olmaması demek”, böyle yazdı az evvel Onur Caymaz, insanın telefonundaki mesaj kutusuna arada bir kuyrukluyıldız çarptığı da oluyor işte, ne iyi. Büyüdüm de gidecek yerim yok belki, evde bile odamdan başka yerde rahat edemezken nereye ne kadar ait olabilir, dünyayı dolaşsam –ki epey dolaştım- kendimden başka nereye gidebilirim? Diyelim ki yirmi yıl sonra profesör olsam onu da giyinip kuşanamam, alıp başımı gitmek ya da yarı yaşımdaki bir kadına âşık olup şiirler yazmak isterim. Ama şimdi tüm bu kaygıları aşıp daha berrak bir düzeye ulaşmam gerek, kafamda bu cümleyle Kant’a uzanıp okuyorum bir süre. Onun arzusundan, dünyada sonsuz barışı olanaklı kılacak özgür devletler federasyonundan uzağız ama ‘Aydınlanma’ tanımını yaşama geçirebilir, irademizle aklımızı kullanma yürekliliğini göstererek her türlü düşünsel bağımlılıktan kurtulabilir, özgürleşebiliriz. Bunun için de soluksuz çalışmalı, kendimizi pek çok alanın bilgisiyle donatmalıyız.

Kant sahiden böyle mi söylüyor yoksa ben durup dinlenmeksizin okuyup düşünerek özgürleşmeye çağrı olarak mı okuyorum her okuduğumu? Bu soruyu sorarken Dvorak’ın yaylı çalgılar dörtlüsünün ikinci bölümünde yer alan melankolik Slav şarkısını dinliyorum, parçalar birleşiyor: İlk konservatuvarların çoğu yetimevlerine bağlı müzik okulları, öğrencileri de yetimevlerindeki çocuklardı. Bugün ise geleneğin yüküyle kısırlaşıp durağanlaşmış halde bir çoğu, yetimevlerinden uzakta, başlangıçtaki ışıktan. Dvorak o ışığı tutup odama dolduruyor, pırıl pırıl ışıkla kamaştırıyor zihnimi. Parlak unvanlar, gelecek vaat eden programlar, kariyer haleleriyle sarmalanıp hayatın büyük dolaşımından yani sanattan ve aşktan kopmuş üniversitelere de o ışık gerekli, melankolik Slav şarkılarının kederi, İspanyolların ‘duende’si, Portekiz’in ‘saudade’si, bizim melalimiz. Çünkü büyüyüp de gidecek yerimiz olmayışına deva değilse, hiçbir şey değildir konservatuvar, üniversite, akademi. Hiç-bir-şey-de-ğil-dir!

Hazır kalıplarla değil sentezlere vararak düşünmek, derin düşünmek, dondurulup çarpıtılmış her şeyi didik didik eden bir merakla düşünmek gerekli bize. Duyarak düşünmek. Zihin ahlakı olan matematikle, kalbin şarkısı olan şiirle-resimle-müzikle, geniş bir satıhta ama bütünselliği gözeterek, Schubert gibi, Tarkovski gibi, Hawking gibi düşünmek.

Tumturaklı sözlerin egemenliğine karşı entelektüel alçakgönüllülükle çalışıp üretmek, cahiliye devrini yaşayan ülkenin şöhret budalası kalabalıkları nazarında pek karşılığı olan işlerden sayılmaz. Rönesans ile aydınlanmanın baş döndürücü doruklarına üç yüz yıl gecikmeli de olsa tırmanmak dururken kör inançla şark kurnazlığının mide bulandırıcı çamurunda debelenmeyi seçmiş toplumların sanatçılarıyla bilim insanlarına değer vermelerini beklemek de yersiz. Yine de, “Kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum” diyen Newton’a, kendi bestesinin prömiyerini dinlerken gözyaşlarına boğularak “Bunu ben bestelemedim” diyen Haydn’a, “Hiçbir şey bilmediğimi, hatta bunu da bilmediğimi biliyorum” diyen Sokrates’e…
Başlangıçtaki ışığa layık olmak istiyorum.