Her şeyi oluruna bırakma eğilimi, entelektüel yoksulluğun etkisi dikkate alınırsa, alışılmış kalıpları zorlayan yaklaşımların değeri daha da artıyor, Bugün iki arkadaşın “dur, okuyup geçme, düşün” diyen yazılarından söz edeceğim, İkisi de yazılarından, kitaplarından çok şey öğrendiğim arkadaşlar. Gündüz Fındıkçıoğlu’nu İktisat Cemiyeti’nin lokalinde tanımıştım, arkadaşım dediğime bakmayın, iznini almış değilim; hızlı düşünen, o hız içinde, eskiler “insicam” derlerdi, tutarlılığını yitirmeyen, sivri dilli bir entelektüel olarak kalmış belleğimde.

Facebook’taki son paylaşımı onun sivri dilinin arkasındaki ironiye takılanları bile düşündürecek cinstendi. Sözü fazla uzatmadan özetle aktarayım: “Devrimlerin modelleri olabilir; ama ‘model devrim’ yoktur. Toplumsal değişme modelleri olabilir; ancak ‘model toplumsal değişim’ yoktur. Çin Devrimi’ne uzaktan yakından benzeyen köylü devrimleri olabilir; ama bu ‘model devrimi’ tekrar eden bir köylü devrimi yoktur. Ulus-devletin kuruluşu modelleri olabilir. Ama ‘model ulus-devlet’ (veya ‘model kuruluş’) mümkün değildir. Sosyal bilimlere aykırıdır çünkü; zaman, mekân, mantık açılarından böyle bir kavram söz konusu olamaz. Dolayısıyla ‘model’ de yoktur.”

Öteki yazı, dostluğundan, arkadaşlığından gurur duyduğum Metin Çulhaoğlu’nun. İleri Haber’deki son makalesi ile karanlığın dibini gösterdi bize. Yazı, Metin sık sık “enseyi karartmayalım” dese de üstünkörü bir okumada ruhumuzu karartacak türdendi. Önemli bir saptamayı aktarmakla yetinelim:

“Aydınlanma düşüncesinin toplumsal ve siyasal düzleme yansıması olarak değerlendirebileceğimiz ilk dönemden (1775-1850) başlamak üzere onu izleyen iki dönem de kendinden önceki dönemden bir tür ‘kolektif hafıza’ devralmıştı. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği ise kolektif hafızanın neredeyse tümüyle silinmiş olmasıdır. Tarihsel süreçlerdeki süreklilik-kopuş diyalektiği bu alanda ne yazık ki ağırlığı “kopuşa” kaydıracak şekilde tecelli etmiştir. Üstelik teknoloji dışında ‘yeni’ denebilecek hiçbir şeyin kurulamadığı bir kopuş…”

Şu cümleye de ayrıca dikkatinizi çekmek isterim: “Bir sorundur ve ‘geçmişte bu vardı’ deyip öyle yapmayı değil, önce yapmayı sonra ‘geçmişte bu da vardı’ diye hatırlatmayı gerektiren bir praksisi dayatmaktadır.”

Metin’in “süreklilik-kopuş” diyalektiğinde ağırlığın kopuşa kaydığı saptamasını ikisi arasındaki ilişkinin nesnel olarak süreklilikten güç aldığı varsayımına güvenerek, ne derlerdi eskiler, “çarnaçar” kabul etmek durumundayız. Yine de yazının sonundaki “iyimserliğe” sığınalım mı?

Ama o da nereden baksanız çalışılması gereken bir iyimserliktir. Şöyledir: “Çok mu karamsar? Böyle bakılmaması gerekir. ‘Eşitsiz ve bileşik gelişme’ dediğimiz olgu bugün de gündemdedir ve dünya ne kadar ‘küreselleşmiş’ olursa olsun, aydının düşünce ve kurgu ölçeğini büyütmesini ne kadar dayatırsa dayatsın, ardından dünyayı da etkileyecek sıçramalara elverişli ‘cepler’ (ülke, bölge) hala vardır. Bugün Türkiye’de devrimci olmanın karşılığı da ‘biz neden bu ceplerden biri olmayalım?’ demek ve karşılığı neyse onun için çalışmaktır.”

“Süreklilik ve kopuşta” kopuşa eğilim gösteren yazı, “eşitsiz ve bileşik” gelişmenin çağrıştırdığı olanaklara dikkat çekiyor. Neden olmasın. Devrimciler determinist rüyaların, klişelerin izinden gidip devrim hayali kurmazlar. Gündüz’ün söylediği gibi, “model” yok. Doğal olarak tarih de kendini yinelemiyor ama onun da bir diyalektiği var:
Işık hep karanlıktan doğuyor.