Menekşe Gülben, karanlık dünyaları konu ettiği öyküleriyle okuyucuların karşısına çıktı. Gülben, “Kendimi karanlık bir dünyaya hapsedilmiş hissediyorum ama ait hissetmiyorum. Kendimi bu dünyaya ait hissedemediğimden de ışıkları yakamıyorum” diyor.

Işıkları yakamıyorum

MEHMET ÖZÇATALOĞLU

Menekşe Gülben, edebiyatımızın yeni ve genç yazarlarından. Yeni bir yayınevi olan Amorf Kitap’tan selamladı okurlarını. ‘Yalnızlık Bakanlığı’ adını verdiği kitabını ve öykülerini konuştuk.

Yalnızlık Bakanlığı, ilginç bir kitap adı. Kapak görseli de öyle. Buradan başlayalım o halde. Nedir bunların hikâyesi?
Yalnızlık Bakanlığı İngiltere ve sonrasında Japonya olmak üzere iki ülkede de kurulmuş resmi bir bakanlık. Bu hiç denenmemiş siyasi modelin amacı intihar, yoksulluk ve özellikle hikikomori (toplumsal münzeviler) gibi bir dizi sosyal soruna bağlı izolasyonla birlikte yalnızlık meselesini ele almak. Bu mesele çok önemli alttan alta kaynayan bir mesele. Öncelikle psikolojik temelleri olan, daha sonra toplumsal ve teknolojik. Günümüzün en önemli gerçeği şu ki dış dünyanın virüsle birlikte güvenilmez bir yer olmasıyla birlikte insanoğlu yalnızlık meselesiyle baş başa kaldı ve ne yapacağını bilmiyor. Tabii hükümetimizden bu konuyu ele almalarını beklemiyorum, o kadar optimist olmadığım zaten yazdıklarımdan anlaşılıyordur, sadece yalnızlığın gerçekte ne olduğunu, münzevilikten farkını ortaya koymak ve yalnız kişilere bir empati kurulabilmesi öncelikli amaç. En başta değişim ve farkındalık için bu konunun konuşulmasını istedim.

Kapağımıza gelirsek, Gülsün Karamustafa’nın 2013 yılında Salt Galata’da sergilenmiş bir işi, ismi ‘Çifte Hakikat’. Toplumsal cinsiyet konusuna vurgu yapan, bir erkek bedenine hamile elbisesi giydirilmiş bir enstalasyon. Gülsün Karamustafa benim için çok önemli bir isim, güncel sanatın en önemli ismi ve bana da hayatta dokunmuş biridir. Dolayısıyla onun desteğini hissetmek bana güç verdi.

Karanlık dünyaları konu etmişsiniz öykülerinizde. Abartılı bir anlatıma kaçmadan, olduğu gibi. Bizim de görebileceğimiz gibi. Kendinizi böyle bir dünyaya ait görüyor musunuz?
Kendimi aynen de böyle bir dünyaya hapsedilmiş hissediyorum ama ait hissetmiyorum. Aslında şöyle; kendimi bu dünyaya ait hissedemediğimden ışıkları yakamıyorum. Bunlar elbette karmaşık duygular. İnsanın kör noktalarını ve dile getirmekte zorlandığı hisleri basit ama mümkün olduğu kadar kuvvetli bir şekilde aktarmayı hedefliyorum yazarken. Tanımadığım bir daha hiç yolumun kesişmeyeceğini düşündüğüm o insanlarla konuşmaktan vazgeçemiyorum mesela çünkü merak hep merak ediyorum, acaba onlar bu karanlıkla nasıl baş ediyorlar, acaba niçin yaşamak istediklerini buldular da nasıl’ı akışa mı bırakıyorlar? Para karşılığı umut yağdıran çiçekçi teyzenin ya da duş almayan simitçinin, süslü giyinmiş kürk yakalı her sabah latte içen kokoşun yaşam stratejilerini merak ediyorum. Selpak satan Serap karakteri de bu vesileyle hayat buldu, yasakların olduğu dönemde parkta rastlaştık. Sordum nasıl bir dünya bu senin dünyanı anlat bana dedim. Ve işte o menfi mesele ile yeniden yüzleştim: cevabı umut etmekti, güzel şeylere inanmaktı. O yoklukta onca sebebi varken hâlâ tutunuyordu umutlarına.

Kitaba adını veren öyküde “Hayal kurabilmek gerçekleşmeyecek olana inanmaktı” diyorsunuz. Hayal kurmayalım mı o halde. Sadece gerçeklerle baş başa mı olalım?
Hayal kurmak yaratıcılık için bir yol, zihin için bir kaçış belki de. Hepimiz zaman zaman oraya kaçarız. Hayal kuramayan yaratıcı olamayan insanlar eksiktir kanımca. Önemli olan kaçtığımız yere kazık çakmamamız, yani gerçeklikten kopmadan hayal kurmak nefis bir iş. Hayali gerçekliğe giydirmekse inanç meselesidir ki bu oldukça tehlikeli bir meseledir. Kadercilik, kısmetçilik, nazarcılık falan hep buradan gelir yapışır. Bir de bunun psikotik yanı var ki bence hepsi aynı şeydir. Hayal yerine plan yapılsa, hesap yapılsa, sorgulansa, olabilecek gerçekleşebilecek gayretle varılabilecek yerlere varılsa, daha güzel bir dünya olabilir ki bence toplumda buna benzer kırılmalar dünya genelinde başladı, geç kalınmış reform mu demek lazım ya da bir farkındalık mı bilmem ama ne zaman ki haberlerde camilere gitmeyin toplu namazlar kılmayın, cuma namazı iptal, cenaze namazları iptal çünkü virüs var dendi, işte o noktada bir ampul yandı. Şüphesiz o bir ampuldü.

Aynı öyküde “yalnızlar dünyanın çoklu sesinden bıktıkları için sesi tercihen kısarlar” demişsiniz az önce söylediklerinizin devamında. Katılıyorum ve doğru buluyorum bu tespitinizi. Menekşe Gülben’i soralım. O da sesi kısanlardan mı?
Ben sesi kısmak istemedim ses kendiliğinden gitti, bağlantı koptu. Yani ben o alıntının devamındaki azınlığım. Bana kalsa ses mes kısmazdım, arada kaçar giderdim ama sesliliği seçerdim, ses güzeldir, güven verir. Yalnızlık tekinsizdir çünkü sessizdir. Sessizlik kontrol edilemez, kontrol edilemez şeyler insanı zorlar ve korkutur. Aslına bakarsanız anne karnından bu yana ses hep vardır. Bu sebepledir ki yalnızlığın getirmiş olduğu sessizlik insana yabancıdır ve acı verir. İlk yalnızlık işitseldir. Yazı da sessizdir, yalnızlar için sessizliğin telkinidir. Belki de yazarların tüm derdi budur.

İlginç bulduğum ifadelerden biri de “Yokluk Bitiyor, Yükler de” başlıklı öyküde. “Yitirilmiş bir yaşamın en güzel günü hangisidir, yaşamaya karar verdiğin gün mü yaşamına son verdiğin gün mü?” demişsiniz. İlginç bir soru. Dostoyevski’yi düşürdü hatırıma. “Uçsuz bucaksız denizlerde, en koyu karanlıkta, sadece tek ayak üzerinde durabilecek kadar bir alanda olsa da yaşamak” deyişini. Öykü karakterini bir yana bırakalım. Menekşe Gülben ne yanıt verir bu soruya?
Ölüm fantezim var, tüm diğer fantezilerim bir yana, bu bambaşka. Bundan kastım, insanın bağlanamadığı bir hayatı zorla sürüklemek zorunda kalmadığı bir dünya meselesini tartışmaya açmak. Ölmek değil ama ölümün de bir seçim olma hali. Ben köksüz yaşıyorum. Yani ne kimseye yarına ait verilmiş bir sözüm ne de bakmakla yükümlü olduğum bir evcil hayvanım var. Ama bundan başka bir ihtimal de olabilirdi. Tıpkı Dostoyevski’nin anlattığı gibi bir hayat da yaşanabilir. Benim yazdıklarımla anlatmak istediğim daha çok insanları fark ettikleri ve etmedikleri, seçtikleri ve seçmedikleri yalnızlıkları üzerine düşündürmek ve hayatı yaşam ile ölüm arasındaki noktada çok boyutlu olarak algılayabilmek. Kısacası, yitirilmiş bir yaşamın en güzel günü ölebilme ihtimalinin olduğu her gündür.

İkinci bir kitap olacaktır sanırım. Bundan sonraki süreçte öyküler yine böyle karanlık mı olacak, yoksa başka dünyalara yelken açacak mısınız?
İnsan bu belaya başladı mı bırakır mı hiç. Ben de artık bu sulara girdim ve açılıyorum. Kafamda yepyeni kurgular dolanıyor. Yazdıklarımın karanlık olduğu meselesini çok duyuyorum, öte yandan hayata karşı cesur bir bakış sergileyebilen insanlardan da çok sorgulatıcı olduğuna dair tepkiler geliyor. İkisi de benim için eşit ölçüde iyi. Edebiyata merak salmış herkes için metinler öyle ya da böyle karanlıktır. Hiçbir derdi olmayan metinler de edebi olamıyor çoğu zaman. Karanlık korkutucu olabilir, insanları korkutmaksa çok hoşuma gidiyor.