Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “İlk andan itibaren titizlikle takip ettik” dediği müsilajın ortaya çıkmasının ardından geçen iki ayın sonunda 22 maddelik ‘Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’nı duyurdu. Duyuru beraberinde birçok soru, şüphe, eleştiri de getirdi. Eylem planı, temelde kirliliğin sebeplerini tespit etme konusu başta olmak üzere birçok açıdan yetersiz kalıyor. Bu derece bir tahribatın hesabının sorulmasına yönelik toplumsal beklentiyi de karşılamıyor. Tüm bu itirazlar ve sorular halkın, çevresel sorunların çözümü konusunda yetkililere karşı güvensizliğini perçinliyor.

***

Kabaca birkaç madde ile plana bakacak olursak, yüzeysel temizleme gibi ancak görsel bir sonuç verebilecek bir yönteme öncelik tanındığı görünüyor. Tesislerin deşarj standartlarının gözden geçirileceği ve denetimlerin artırılacağı söyleniyor ama herhangi bir caydırıcı uygulamadan söz edilmiyor. Kirliliğin bugünden durdurulması gerekirken, önleyici tedbir olarak en acil uygulamalardan biri olan biyolojik arıtmaya geçişe 3 yıl vade tanınıyor. Dahası, burada kamu-özel işbirlikleri devreye sokuluyor. Bu da sermayeye yeni bir talan alanı, denetimsizliğe yeni bir kapı açılacağını gösteriyor.

***

Bu haliyle, diyebiliriz ki eylem planı, AKP iktidarının sıkça kullandığı “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” söylemine uygun düşüyor. Bunu aslında kendileri de gizlemiyor. Diyorlar ki, Haliç’te ne yapıldıysa aynısını yapacağız, sermayedarlar olarak. Sorun da o ya. Bilim insanlar bas bas bağırıyor: “Haliç temizlenmedi. Atıklar, derin drenaj yoluyla Marmara’ya atıldı.”

Şimdi aynısını yapmak demek, ‘denizi çaktırmadan kirletmeyi sürdüreceğiz’ demek oluyor.

***

Geçmişten bir başka alamet de, Kadıköy’ün Kurbağalıdere örneğinde kendini gösteriyor. Senelerce kirliliğin nasıl gideceği konusunda mücadele verenlerin arasındaydım. Evsel atıkları kaba parçacıklardan ayırıp, derin drenajla denize vermenin arıtma olmadığını ve sorunu çözemeyeceğini, Marmara’nın yaşaması için biyolojik arıtma yapılması gerektiğini söylüyorduk. Ne yaptılar, derenin akışını bozup toprağı betona boğdular. Çevrede yaşayanların evlerini atık sular bastı, defalarca. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi bunlara kulak asmadığı gibi planlarda biyolojik arıtma için ayrıldığı yazan alanı otopark olarak kullanmayı yeğledi.

***

Bununla da yetinmediler. Diyanet İşleri Başkanlığı ile İstanbul İl Müftülüğü’nün talepleri doğrultusunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın uygulama imar planlarında yaptığı değişikliklerle arıtma için ayrılan bu alana cami projesi hazırladılar. Gerekçe olarak da ‘planlama alanında ve yakın çevresinde selatin cami (görkemli cami) veya ulu cami mahiyetinde bir caminin yer almaması’nı gösterdiler.

***

Kurum’un eylem planı duyurusuyla aynı sıralarda haberlere düşen, Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Emin Birpınar’ın aldığı çifte maaşı da unutmayalım. İşte yapılacakların teminatı… Çevre ve şehircilik bakımından karneniz birçok vechesiyle ortada. Bugüne kadarki politikalarda ne ekosistem ne de toplum önemsendi. Marmara Denizi’nin içinde bulunduğu ve diğer denizleri de bekleyen tehlikenin sebebi, doğanın ve kentin de özel çıkarlar doğrultusunda biçimlendirilmesidir. Sonuçta topluma geleceksiz bir deniz kaldı. Ve hâlâ daha Kalamış’ta kıyı özelleştirme çabalarından vazgeçilmiyor. Hâlâ daha” Kanal İstanbul’un ilk kazmasını vuracağız” deniyor.

***

Denizi korumanın ilk adımı onu bir birikim aracı olmaktan çıkarmaktır. Bir takım şirketlerin, sektörlerin maliyetlerini düşürme pahasına atık alanı olarak kullanılmaktan çıkarmaktır. Hopa’ya, Rize’ye, Kadıköy’e, filanca yere dolgu yapmaktan vaz geçmektir. Kentleri büyütmekten vaz geçmektir. Evsel ve endüstriyel atıkların arıtılma sürecinin tavizsiz denetlemesini yapmaktır. Endüstriyel deniz avcılığını durdurmaktır.

***

Tüm bu politikaların bir faydası olduğu söylenebilirse, o da mücadele verenleri daha çok yan yana getirmesidir. Birbirinden uzak süren ekoloji mücadeleleri denizlerde birleşiyor. Denizleri sizden biz koruyacağız. Çünkü işin özü, size güvenmiyoruz.