Üniversitelerden medyaya, iş ya da sanatçı çevrelerine kadar çok geniş bir kesimde hızla hizalananlar ve gerekçeleri, benim için artık mesleki merak konusu bile olmaktan çıktı. Gitme ve kalma seçeneklerinin giderek daha fazla tartışıldığı ruh iklimiyle ilgiliyim daha çok

İşinde gücünde olmak…

Füsun Üstel
Prof. Dr., Siyaset Bilimi


“İçeriden göçmenler” (Innere Emigranten), Almanya’nın tarihini temize çekmeye başladığı II. Dünya Savaşı sonrasında yoğun tartışmalara konu olan kolektif suç ve sorumluluk meselesi “aydınlar cephesi”yle ilgili bir kavram. 1933-1945’teki Nazi rejimiyle ülkenin aydınları, sanatçıları ve edebiyatçıları dünya görüşleri, ihtirasları ve korkuları doğrultusunda yeniden hizalanmışlardır. Hizalanma, önce üniversitelerde başlar. 1933’te çıkarılan Kamu Hizmeti Yasası, “rejim düşmanı” kesimler için ilk uyarı ateşidir. Üniversite yönetimlerinin feshedildiği, başta Yahudi asıllılar olmak üzere binin üzerinde “olağan şüpheli” öğretim üyesinin ihraç edildiği ve yükseköğretimin rejimin ihtiyaçları doğrultusunda “reform”a tabi tutulduğu temizlik operasyonuyla kısa bir süre içinde kurumsal biat sağlanacaktır. Aslında üniversitelerin bütünüyle masum olduğunu söylemek de mümkün değildir. Alman üniversitelerinin hümanist geleneğin izini süren aydınlık bir yüzü olduğu kuşkusuzdur. Ancak Nazi ideolojisine kaynaklık eden ve soykırımı mümkün kılan düşüncelerin önemli bir bölümü yine üniversitelerde kotarılmıştır. Üstelik meslektaşlarından kalan yerleri doldurmaya hevesli bilim insanlarının sayısı da az değildir. Nazi dönemi arkada bırakıldığında Alman bilim dünyası uzun süre kendine gelemeyecektir. Bazı bilim alanları neredeyse bütünüyle ortadan kalkmış, çoğu rejime hizmet etme telaşıyla amacından uzaklaşmış, ortada eleştirel düşünme ürünü çalışma kalmamıştır.

Rejim, yeniden hizalandırır

Rejim, sanat ve edebiyat çevrelerini de yeniden hizalandırır. 1933’te Berlin Opera Meydanı’nda gerçekleştirilen “Alman ruhu”yla uyumsuz kitapların yakılması eylemi, gelecekte yaşanacakların habercisidir. Birkaç ay sonra kurulan Reich Kültür Odası’yla, sanatçı ve edebiyatçıların mesleklerini icra edebilmeleri için zorunlu üyelik getirilir. Nazi rejiminin ideolojik aygıtlarından biri olan Kültür Odası, Marksistlerin ve Yahudilerin kültür yaşamından tasfiye edilmesi, “sakıncalı” kişilerin kara listeye alınması ve sistemli sansür uygulamasını yürütecek başlıca organdır. Üniversiteler gibi sanat ve edebiyat çevreleri de hızla işbirliğine giderler. İşbirlikçi sanatçı ve edebiyatçıların önemli bir bölümü “vasat”ı temsil etse de, aralarında uluslararası üne sahip olanlar da vardır. Her türlü muhalif ifade biçiminin yasaklandığı bir ortamda iki seçenek kalmıştır. Süresi belirsiz bir göçü göze almak ya da işbirliği yapmaksızın kalmanın yollarını aramak. Nitekim 1933 sonrasında Brecht’ten, Mann Kardeşler ve Zuckmayer’e, Schoenberg’den Kurt Weill, Remarque ve Koestler’e Almanya’nın düşün ve sanat yaşamının yüz akı çok sayıda kişi, canlarını kurtarmak ve mesleklerini icra edebilmek için ABD’ye, Avrupa ülkelerine ve Türkiye’ye göçecektir.

Göçenlerin her biri gittikleri yerde ayrı bir kişisel hikâye örecektir. Kimileri yeni kültür çevrelerine uyum sağlamakta güçlük çekerken, kimileri üniversitelerde, araştırma merkezlerinde, Broadway ve Hollywood’da geçim derdine düşmüştür. Tutunmaya çalışanların bir kısmı, şöhreti de yakalayacaktır. Bu arada bilim dünyasında olduğu gibi sanat ve edebiyat çevrelerinde de gidenlerin yerini almak için iştahla bekleyenlere fırsat doğmuştur. Bilim dünyası gibi Alman sanat ve edebiyatı da ağır yara almıştır ve uzun yıllar kendini toparlayamayacaktır.

isinde-gucunde-olmak-205905-1.

İşbirlikçilerin ve göçenlerin dışında bir grup sanatçı ve edebiyatçı daha vardır. Daha sonraları “içeriden göçmenler” olarak adlandırılacak bu grup, rejimle işbirliğine girmeksizin Almanya’da kalmayı tercih edenlerden oluşmaktadır. Aralarında kişisel nedenlerle gitmeyi göze alamayanlar olduğu gibi, esin kaynağı vatan toprağından uzaklaşmama kaygısı taşıyanlar da vardır. İçeriden göçmenlik, bir “işinde gücünde olma”yı sürdürme çabasıdır. Resmi kültür ve sanat anlayışının dışında kalarak, yeni ifade biçimlerine yönelerek, örtük bir biçimde de olsa rejime direnme iddiasıdır. Kalmayı seçenlerin siyasi geçmişleri birbirinden çok farklıdır. Kalmaya karar verdikten sonra korunaklı bir hayat sürdürmek adına izleyecekleri yöntemler de farklı olmuştur. Aralarında kalemini bir kez daha eline almamak üzere bırakanlar vardır. Çağdaş Alman Edebiyatı'nın en önemli romancılarından Ernst Jünger ise yazmaya devam edecektir. Jünger, I. Dünya Savaşı’nda Alman saldırı taburlarında yer almış, cephedeki kahramanlığı üstün hizmet madalyası ile ödüllendirilmiştir. Weimar döneminde başta In Stahlgewittern (Çelik Fırtınası) olmak üzere topyekûn seferberliği savunan, savaşı kutsayan birçok kitap yazmıştır. Bununla birlikte Nazi rejimiyle işbirliğine girmekten kaçınacaktır. 1939’da yayımlanan ve kısa sürede tükenen Auf Den Marmorklippen’de (Mermer Yalıyar), eğretilemeler aracılığıyla Nazi rejiminin yol açtığı yıkımı mahkûm eder. Roman, Goebbels’in sansürüne takılacakken Hitler, geçmişteki romanlarının yüzü suyu hürmetine Jünger’in rahat bırakılmasını ister. 1944’te Hitler’e suikast girişiminde bulunan bazı subaylarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle şüpheliler arasında yer alır. Ancak sahip olduğu uluslararası ün, ona dokunulmazlık sağlar. Savaş sonrasında önde gelen edebiyat ödüllerini kazanan Jürgen’in içeriden göçü ve rejime “direniş”i, kimi çevreler için şaibeli bir mesele olarak kalsa da, Mermer Yalıyar’ın II. Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde savaşan Alman askerlerinin moralini yükselttiğini iddia edenler de vardır.

Walter von Molo’nun ‘dön’ çağrısı

İçeriden göçmenlik kavramı, başta Thomas Mann olmak üzere çeşitli Alman yazarları tarafından 1930’lu yıllarda kullanılmıştır. Ancak kavramın şiddetli bir tartışmanın odağı haline gelmesi, 1945 Ağustos’unda Walter von Molo’nun bir gazetede Thomas Mann’a “dön” çağrısı yaptığı bir mektup yayımlaması sonrasındadır. Alman PEN kulübünün kurucu üyesi olan von Molo, 1928-1930’da Prusya Sanat Akademisi Şiir Bölümü'nün başkanlığını yapmış ve sonrasında Almanya’da kalmıştır. “Dön” çağrısının arkasında Alman kamuoyunda uzun yıllar tartışılacak olan daha derin bir mesele bulunmaktadır: Nazi rejimiyle ortaya çıkan şiddet ve soykırımın Alman tarihi ve kimliğiyle ilişkilendirilmesi. Başka bir anlatımla Nazizm, köklü bir hümanist geleneğe sahip olan Almanya’nın başına gelmiş bir “arıza” mıdır, yoksa Alman kimliğinin tarihsel derinliklerinde yatan marazi bir özün dışavurumu mu? Von Molo’ya göre, Alman halkının ruhunda, yaşanan şiddet ve zulümle ilgisi olmayan, “iyi Almanya”yı temsil eden bir öz vardır. Mektubun satır aralarında Alman halkının büyük bölümünün suça ortak olmak bir yana, Nazi rejiminin doğrudan mağduru olduğu iddiası sezilmektedir. Bu anlamda Alman hümanist geleneğinin temsilcisi Mann’ın dönmesi, ülkenin yeniden inşasında büyük bir önem taşımaktadır. Zira Mann’ın dönüşüyle birlikte artık hiç kimse hümanizmin Alman kimliğinin temel erdemi olduğunu inkâr edemeyecektir. Von Molo’nun mektubuyla başlayan tartışma, kısa bir süre sonra rayından çıkacak ve içeriden göçmenliğin üstünlüğü iddiasına varacaktır.

Tartışmayı yeni bir boyuta taşıyan, romancı Frank Thiess’in “İçeriden Göç” makalesidir. Gidenler ve kalanlar meselesine odaklanan makalede gidenlerin uzaktan ahkâm kesmelerine karşılık içeriden göçmenlerin bir yandan ülkelerine karşı sorumluluklarını yerine getirirken, diğer yandan da rejimle uzlaşmamak için çeşitli yöntemler geliştirdikleri, incelikli mesajlarıyla direndikleri ileri sürülmektedir. Bu çerçevede Thiess, Mann’ı Alman halkının Nazizmle olan mahrem deneyimini paylaşmadığı için saygısızlıkla suçlamaktadır. Ancak yazı, Mann’ı hedef almanın ötesine geçmiş, içeriden göçmenlerin maruz kaldıkları acıların methiyesine dönüşmüştür. Thomas Mann’ın Thiess’in saldırgan üslubu karşısındaki yanıtı ise, içeriden göçmenlik diye bir şeyin hiçbir zaman olmadığıdır. Mann’a göre içeriden göçmenler, son tahlilde rejiminin suçlarına seyirci kalmış, hatta meşrulaştırılmasına hizmet etmişlerdir. Frank Thiess-Thomas Mann polemiği, ilerleyen yıllarda doğrudan edebiyatla ilgili bir meseleyi de gündeme getirecektir. Sürgündeki Alman edebiyatı ile içeriden göçmenlerin yapıtlarının niteliği ve karşılaştırmalı değeri uzun yıllar tartışılan bir konu olacaktır.

Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay

Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve şu anda tutuklu olan birçok yazar ve gazeteci, bana bir süredir içeriden göçmenlik meselesini düşündürtüyor. Üniversitelerden medyaya, iş ya da sanatçı çevrelerine kadar çok geniş bir kesimde hızla hizalananlar ve gerekçeleri, benim için artık mesleki merak konusu bile olmaktan çıktı. Gitme ve kalma seçeneklerinin giderek daha fazla tartışıldığı ruh iklimiyle ilgiliyim daha çok. Hayatların bir anda altüst olduğu bir ortamda “gitmek”, kalmaktan daha az değerli değil. Tarancı gibi, “Sen gittin, soframız oldu tarumar” deriz, nefeslerini çok uzaklardan hissederiz. “Kalıyoruz, ama nasıl?” sorusunun yanıtı ise, daha karmaşık. Gündelik çaba gerektiriyor. Sonuçta işimizde gücümüzdeyiz. Tanımadığımız bir dünyanın yükselişi karşısında şaşkınlık içindeyiz. Zaman zaman umudumuz tükeniyor. İçeriden göçmenliğin kıyısında dolaşıyoruz. Nasıl baş edeceğiz? Aslında Erdoğan, Alpay, tutuklu yazarlar ve gazeteciler de işlerinde güçlerindeydiler. Ama giderek yükselen şiddet ortamının izleyicisi olmadılar. İçeriden göçmenlik gibi her zaman şaibeli kalacak bir tercihte bulunmadılar. Barış çağrısına ortak oldular. Yazarken söz sanatlarına başvursalar da, yaşamda ve barış taleplerinde eğretilemelerden medet ummadılar. Barışa barış dediler. Mesele de bu galiba…