Mühlal’i okurken zamanlar ve uzamlar arasında ışınlanmış hissediyor insan kendini. Ama kendimize her dönüşümüzde başka vadilerin derinliğini kendi vadimize ekliyoruz

Işınla bizi münhal

YALÇIN HAFÇI

İlgi çekici bir ad vermiş kitabına Ekin Can Göksoy: Münhal.

Derhal sözlüğü açıp baktım. Birinci anlamı boş olan, memuriyette boş kadro demekmiş. İkinci anlamı ise erimek… Öykü kitaplarında
öykülerden birinin ismini kitaba ermek alışılmış olandır. Göksoy bunu tercih etmeyerek doğru yapmış, bir öyküsünde seçen münhal kelimesini tutup kitabına ad olarak vermiş. Böylece hayatımızdaki boşlukları düş gücüyle bezediği bu öykülerle doldurmuş.

“Gündüzleri de düş görenler, yalnızca geceleri düş görenlerden daha çok şey bilir” der E. E. Poe. Oysa her geçen gün koşturma hızının arttığı bir hayat sürüyoruz günümüzde. Öyle ki artık yazarların bile uzun uzun düşler kurmaya ve hayal gücünden beslenmeye vakti yok. Genç bir öykücü olan Göksoy ise aksine düş gücünden, ama daha önemlisi gerçeğin izdüşümü olan düş gücünden fazlasıyla yararlanmış. Hem de diş ağrısı kadar gerçek sızıları ince ince ördüğü öyküleriyle hissettirebiliyor bize.

Uzun sayılabilecek beş öyküden oluşuyor Münhal. Öykü, küçük ama dev bir tür olarak hakkıyla yazıldığında ve okunduğunda bir bonzaiyi anımsatır bana. Öykülerindeki dar alanda geniş anlamlar yaratabilen Göksoy, kendi dünyasını ve söylemini bulmuş bir kalem. “Kimse size akıl veremez ve yardım edemez, hiç kimse” der Rilke yazar adayları için “tek çıkar yol, gözlerinizi kendi içinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakın.” İşte bu nedeni bulmuş bir yazar Göksoy. Günümüz dünyasıyla ciddi sorunları var ve hiç de tek atımlık barutu olmadığı görülüyor.

Beş kapılı bir han olarak okunabilecek Münhal’in ilk öyküsü Mermer Başlı Adam, tarihi bir fon olarak kullanırken, kendisini efendisine adamış bir savaşçının sorgulamalarını, arayışlarını ve sonunda bilmediğini bilmesini konu ediniyor. İkinci öykü Alnico’da ise gelecek zamandaki distopik bir dünyada kim olduğunu öğrenmeye çalışan bir adamdan bahsedilirken, sürekli olarak geçmişini tüketen insanlığın bir türlü yola gelemeyeceğine dair haberler veriyor ve bütün öyküler gibi o da şaşırtıcı bir sonla bitiyor. Üçüncü öyküsü Kelâm da büyüsü bozulmuş bir dünyada inandığınız bir iş görev haline geldiğinde, en kutsal görevin dahi samimi kalamayacağını vurguluyor. En beğendiğim Dolapdere’nin Cadıları adlı öykü bir çocuğun gözünden naif bir dille anlatılıyor. Bilmeden ürküttüğümüz kuşlardan, başkası olarak gördüğümüz insanlardan suçlu ama yumuşacık bir sesle özür diliyor adeta. Kitabın son ve en uzun öyküsü Saadet Apartmanı ise yüzyılın başından sonuna kadar o apartmandan geçen çok sayıda insanın hikâyesini anlatarak bir anlamda ülkemizin son yüzyılını özetliyor. Sonuçta ülkelerin değil insanların hikâyeleri vardır. Ayrıca hiç de apartmanın adı gibi saadet içinde geçmiş bir yüzyıl olmadığını görüyoruz bu son yüzyılın ve birileri o apartmanı restore ederek yaşatmaya devam ediyor.

Çocukluğumun uzay yolu dizisinde dillerimize pelesenk olmuş bir repliği vardı: “Işınla bizi Scotty”. Mühlal’i okurken de zamanlar ve uzamlar arasında ışınlanmış hissediyor insan kendini. Ama kendimize her dönüşümüzde başka vadilerin derinliğini kendi vadimize ekliyoruz. Edebiyatın sihri de bu değil midir?