Bugünkü kuşakların daha çok bir şehircilik terimi olarak bildiği iskân, nüfus mühendisliğinin en önemli aracıydı ve Cumhuriyet’in bir icadı değildi. Modernleşmenin ürünüydü ve Osmanlı son dönemi politikalarının da önemli bir konusuydu.

İskân kanunu ve etkileri: İskânın kritik aracı nüfus mühendisliği

1934 yılı Haziran ayında TBMM, ‘milli söylemin’ en üst perdeden dile getirildiği hararetli konuşmalarla 2510 sayılı Iskân Kanunu’nu kabul etmişti. Gazeteler bu kanunla “tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan memleket yaratılacağını” yazmışlardı. Tek dilli, tek kültürlü bir ülke yaratmak o dönemlerde ülke siyasetinin en önemli işiydi ve TBMM bunun için iki yıl boyunca çalışmıştı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Bu yasa iki önemli sorunu çözmek üzere huzurunuza çıkarıldı. Bunlardan biri dil sorunudur. Bu yasa tek dille konuşan, bir düşünen, aynı duyguyu taşıyan bir memleket yapacaktır” demişti.

Bugünkü kuşakların daha çok bir şehircilik terimi olarak bildiği iskân, nüfus mühendisliğinin en önemli aracıydı ve Cumhuriyet’in bir icadı değildi. Modernleşmenin ürünüydü ve Osmanlı son dönemi politikalarının da önemli bir konusuydu. Nitekim daha 18’inci yüzyılda Osmanlı’da iskân komiteleri oluşturulmuş; iskân kâtibi, iskân mübaşiri, iskân başı, iskân beyi gibi görev(li)ler belirlenmişti. 1865’te bir adım daha atılarak Fırka-i İslahiye adında bir komisyon oluşturulmuş ve ikna ya da zorlama yoluyla 26 aşiretin iskânı sağlanmıştı. 1877-1878’den sonra ise tüm vilayetlerde birer İskân-ı Muhacirin Müdürlüğü kurularak tümü İstanbul’da bulunan İskân-ı Umumiye Müdürlüğü’ne bağlanmıştı. 1913’e gelindiğinde bu kez yeni bir kurum olarak Aşiretler ve Göçmenler Umum Müdürlüğü oluşturulmuş ve başına da daha sonra İskân Kanunu’nun mimarı olacak Şükrü Kaya getirilmişti. Yani Cumhuriyet ve Osmanlı arasında iskân uygulamaları ve politikaları yönünden süreklilik vardı.

CUMHURİYET’İN İSKÂN SİYASETİ

Cumhuriyet rejiminin kurulmakta olduğu dönemde, 13 Ekim 1923’te; iskân işleri 352 sayılı yasa ile kurulan Mübadele İmar ve İskân Vekâleti (Bakanlığı) üzerinden yürütülmüştü. Bakanlık’ın esas işi mübadele idi ve il-ilçe müdürlüklerine gönderdiği bir genelge ile iskânın uygulanma yöntemini belirlemiş, iskân edilecek nüfusun tasnifini de yapmıştı. Mübadelenin tamamlanmasından yaklaşık bir yıl sonra, Bakanlık Müdüriyet-i Umumiye’ye dönüştürülüp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmış; 1929’da yerini Nüfus Müdüriyet-i Umumiyesi’ne bırakmıştı.

Bu sürecin ilk aşaması olan mübadele ile Yunanistan’dan gelecek göçmenlerin yerleştirilmesi için on alan belirlenmişti. Bu bölümlemede esas olarak Türkiye’yi terk eden Rum ve Ermeni nüfustan boşalan yerleşmeler esas alınmış; ilk önce Niğde ve Kayseri gibi orta Anadolu kentlerinden başlanmıştı. Yunanistan’ın Kasendire, Poliroz, Sarışaban, Avrethisar, Nevrekop gibi yerlerden gelen göçmenler çoğunlukla Karaman ve Niğde’ye yerleştirilmişlerdi. Mübadele İmar ve İskân Vekaleti tarafından bu şekilde yerleştirilen göçmenlerin sayısı daha o zamandan 172 bini bulmuştu.

Bu coğrafyayı terk etmek zorunda kalanların mülkiyetleri de iskân politikalarının en önemli konularından biriydi. Mustafa Necati’ye göre, Türkiye’de Rumlardan kalan 100 bine yakın ev vardı. Ancak bunların sadece 20-25 bini hükümetin elindeydi. İzmir’de terk edilmiş olan 10 bin 200 evden 4 bini ihtiyacı olanlara dağıtılmış, geri kalanı işgale uğramıştı. Yine İzmir’de Ermeni ve Musevilerden 3 bine yakın dükkan ve mağaza, 89 fabrika, iki hamam ve bir hastane kalmıştı. Tarımsal arazi bakımından da durum farklı değildi. Sadece eski Aydın vilayetinde Rumlardan 2,7 milyon dönüm arazi kalmıştı.

‘Müslümanlık’ ortak kimliğinin esas alındığı dönem boyunca iskân politikası da Müslüman olmak/olmamak üzerinden belirlenmişti. Fakat 1920’li yılların ikinci yarısında Müslümanlık ortak kimliğinden Türklüğe geçilince sıra Kürtlerin de iskânına gelmişti. Zira artık Müslüman olmak yeterli değildi. ‘Türk’ olmak esastı ve bir Türk yurdu kurulacaktı. 1925’te 134 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Kürt coğrafyasından çok sayıda kişi çıkarılmış; onlardan boşalan yerlere Türk muhacirler yerleştirilmişti. Keza 1926’da çıkarılan 885 sayılı İskân Yasası ve 1927 yılında çıkarılan 1097 sayılı Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garb Vilayetlerine Nakillerine Dair Kanun ile yine Kürt coğrafyasından pek çok aile batıya sürülmüşlerdi. 26 Haziran 1927’de çıkarılan 1164 Sayılı Umumi Müfettişlik Yasası da tamamen bu amaca yönelikti ki, ilk müfettişlik Elazığ, Urfa, Bitlis, Hakkâri, Diyarbakır, Siirt, Mardin ve Van’ı kapsıyordu.

Bütün bu uygulamalarda Kürtlerin iskânı ve Türk kimliğinin inşası paralel biçimde işliyordu. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1926’da İngiliz Büyükelçi Sir George Clerk’e “Türk Hükümeti Türkiye’nin en zengin kısmı olan vadilerinden Kürtleri atmaya ve buralara Türk nüfusu yerleştirmeye kararlıdır” demişti. Cumhuriyet gazetesi yazarı Yunus Nadi, “Türk olmak T.C. hüviyetini taşımak değildir, kültürü, yaşayışı, dili, düşüncesi ve kalbi ile birlikte Türk olmaktır” diye yazmıştı. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise daha ileri giderek 1930’da “Bu Türk ülkesinde Türk olmayanların bir tek hakkı vardır, Türk Milletine köle olma hakkı” demişti. Bu arada önceki dönem iskân politikaları Türk soyundan olup dışarıdan gelen ve Türkleşmeye katkı verecek unsurlarla ilgilenilmemiş olması ve Türklüğün ihmal edilmesi yönünden eleştirilmişti. Mesela Kafkasya’dan Osmanlı’ya gelen 840 bin kişinin kendi dillerinde kalmalarına izin verilmiş olması, Çerkez, Gürcü ve Abaza nitelemeleri ve köylere de Çerkez köyü, Gürcü köyü denmiş olmasının kötü bir politika olduğu vurgulanmıştı. Bundan sonra böyle şeyler söz konusu olmayacaktı.

2510 SAYILI İSKÂN KANUNU

1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Iskân Kanunu Türk dili ve kültürü ekseninde bir vatan inşa etmeyi hedeflemişti ki bu teknik ve içerik olarak meşakkatli bir işti. Zira 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımı verilerine göre 13,2 milyon olan toplam nüfus içinde anadili Türkçe olmayan büyük bir nüfus vardı. Mesela Rumca 120 bin, Ermenice 65 bin, Yahudice 69 bin, Arapça 134 bin, Tatarca 11 bin, Kürtçe 1,1 milyon, Arnavutça 22 bin kişinin anadiliydi. Daha başka diller de vardı.

Bütün bu dilleri silip sadece Türkçe konuşulan bir memleket yaratmayı amaç edinen İskân Kanunu 7 Haziran 1934’te TBMM’de görüşülmeye başlanmış, oylamaya 120 milletvekili katılmış ve tümü kabul oyu vermişti. Yasa tasarısını görüşen komisyon raporunda “Türkiye Cumhuriyetinin gönül birliği, kafa birliği ve dil birliği göz önüne alınarak bir soyun tek çocuğu saydığı Türklüğün iç ve dış gücünü yükseltmeyi ve her şeyi büyük Türk’e bağlamayı ülkü ve amaç edinmiştir” denilmekteydi. Kütahya Milletvekili Naşit Hakkı Uluğ, bu kanunu “Türk olmanın onur ve değerini bu topraklarda yaşayanların iliklerine kadar işletecek ve devrimimizin en seçkin kanunlarından biri olacaktır” diye tarif etmişti.

Yasa Türkiye’de nüfus oturuş ve yayılışının düzeltilmesi amacıyla Türk kültürünü temel alarak ülkeyi üç bölgeye ayırmıştı: Türk kültürlü nüfusun yoğunluğu istenilen yerler. Türk kültürünü temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler ve diğer sağlık, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve güvenlik nedenleriyle boşaltılması istenilen ve iskân ve yerleşimi yasak edilen yerler. Yasa homojen nüfus bölgeleri yaratmayı mümkün kılabilecek araç olarak dil birliği merkeze alınmıştı. Bu yüzden ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı, kendi soydaşlarının tekeline alması yasak”lanmış ve yerinden edilen grupların “toplu olmamak üzere kasabalara ve serpiştirme sureti ile Türk kültürlü köylere” dağıtılmaları ve Türk kültürüne dahil edilmeleri” öngörülmüştü.

Türk kültürüne bağlı olanlar ve olmayanlar arasındaki ayrım yasanın en önemli vurgusuydu. Türk kültürüne bağlı olmayanlar ya da Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında Bakanlar Kurulu kararıyla İçişleri Bakanı gerekli görülen önlemleri almaya zorunlu kılınmıştı. Aynı şekilde Türk soyundan olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya zorunluydular. İzinsiz başka yere gidenler ilk defasında yerlerine çevirilirlerdi, ancak yinelenmesi durumunda Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan düşürülürlerdi”. (Madde 7)

Özetle 2510 sayılı İskân Kanununa göre Türkiye’de yerleşmek amacıyla gelen Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olan ve yardım istemeyenler istedikleri yerlere; İskân yardımı isteyenler ise devletin gösterdiği alanlara yerleşeceklerdi. Türk ırkından olmayanlar ise hükümetten iskân yardımı istemeseler bile hükümetin göstereceği yerlerde oturacaklardı ve hükümetten izin almadan yerlerini değiştiremeyeceklerdi. Bu politika çok büyük nüfus gruplarına hitap ediyordu, çünkü sadece 1923’ten 1939’a kadar 801 bin 818 kişi ülkeye gelmiş ya da getirilmişti. Yasa bir de kesinlikle ülkeye kabul edilmeyecek nüfus gruplarını belirlemişti. 4. maddeye göre Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, casuslar, göçebe çingeneler ve memleket dışına çıkarılmış olanlar Türkiye’ye göçmen olarak alınmazlardı

YASADA DEĞİŞİKLİK VE MEMLEKETE DÖNÜŞ

Bu yasa yıllar boyu ve oldukça kapsamlı biçimde uygulanmıştı. Yüz binlerce insan nedenlerini bile anlayamadıkları bir şekilde/süreçte memleketlerini değiştirmek ve mülklerini bırakmak zorunda kalmışlardı. 1946 yılına gelindiğinde Demokrat Parti’nin kuruluşuyla birlikte İskân Kanunu ve bununla ilişkili çeşitli pratikler, bazı eleştirel tartışmaların konusu olmuştu. Sabah gazetesi İskân Kanunu ve Tatbikat” üzerine ayrıntılı yazılar yayımlamıştı. Gazeteye göre dünyanın hiçbir yerinde idare ve icra amirlerine böyle hudutsuz selahiyet verilemezdi. İskân Kanunu bunlara her türlü hürriyete müdahale imkanı veriyordu. İnsan şerefini, beşer izzeti nefsini hiçe sayan böyle iptidai kaidelere müsamaha ile bakılmaması gerekirdi. Milli vahdet adına sakat ve kötü bir ırkçılığı ele almak, kapalı veya açık bir şekilde bu mihver etrafında çalışmak Türk yurdunu parçalamak tehlikesine götürürdü. İskân Kanunu’na yapılan eleştiriler içerisinde “kim Kürttür, kim Türktür” gibi bir münakaşa açmak da yurda zarar verirdi. Misal Abidin Özmen Kürtler hakkında karar ve yetki kullanırken kendisinin de aslında Bitlis’ten Niğde’ye hicret eden bir Kürt ailenin çocuğu olduğunu unutmamak gerekirdi vb.

Böyle bir iklimde dile getirilen eleştiriler o zamanın iki partisinde de karşılık bulmuştu. Bu nedenle ilgili yasada değişiklik yapmak üzere bir mutabakat da oluşmuştu. Demokrat Parti, 6 Haziran 1947 tarihinde 2510 sayılı İskân Kanunu’nun tadil edilmesini istemiş; bunun üzerine konu müzakere edilmişti. CHP Meclis Grubu ve Başbakan Recep Peker İskân Kanunu’yla ilgili değişiklik tasarıları hakkında 11 Haziran 1947 de meclise bilgi vermiş; tasarı, 18 Haziran 1947’de Kazım Karabekir başkanlığındaki görüşmelerde kabul edilmiş ve 5098 sayılı bu kanun 24 Haziran 1947 tarihli ve 6640 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Bu yasayla 2510 sayılı yasanın on maddesi kaldırılmış, yirmi maddesi değiştirilmiş bir yeni madde ve 2 geçici madde eklenmişti. Kaldırılan maddelerle yasak bölge uygulamasına kısmen son verilmiş; 9 Ağustos 1951 tarihinde çıkarılan 5826 numaralı yasayla tamamen kaldırılmıştı. İskân Yasası’nda değişikliklerle nakledilenler eski yurtlarına geri dönme olanağı elde edebilmiş ve hazineye geçmiş olan taşınmazlar malların tümü sahiplerine iade edilmişti.

Türkiye, bütün bu İskân deneyimi/politikaları ile aslında ülkenin dil kültür haritasında derin bir tahribat yarattı; diller ve kültürler ağır bir yara aldı. Değişik toplumsal kesimler kendi kültürlerinden ve köklerinden koparılarak ‘yabancı’ memleketlerde yaşamak zorunda bırakıldı. Bugün Türkiye bütün bu yaralarla yüzleşmek şöyle dursun hala “İskân”ı nüfus mühendisliğinin bir aracı olarak denemeye çalışıyor.