Şili ve Latin Amerika’nın diğer yargıları ile karşılaştırıldığında Türkiye yargısının utancı çok büyüktür

İşkenceler ve Türkiye yargısının dayanılmaz hafifliği

ORHAN GAZİ ERTEKİN - Demokrat Yargı Eşbaşkanı

N. ANIL GELBERİ - Avukat

Türkiye yargısının geleneksel tarafları “alın işte yargı bitti” veya “yok canım yargıyı kurtarıyoruz” yollu geleneksel türkülerini bir yandan heyecansız ritimlerde söylemeye devam ederlerken aynı anda yargının adalet ve hukuk karşıtlığının tarihsel dayanıklılığı her gün biraz daha aşikar hale geliyor. Yargıtay ve Danıştay’ı, Anayasa Mahkemesini ve dahi genel olarak mahkeme ve savcılıkları kendi “mülk” alanlarına katmak için aralıksız işgal ve fetih seferlerine çıkarlarken halkın dava ve şikayetleri karşısında şaşırtıcı biçimde birbirlerine benziyorlar. Özellikle devlet kadrolarının suç fiilleri ve işkence şikayetleri her iki tarafın ortak zihniyet kodları içinde hareket ettiğini daha net biçimde görmemizi sağlıyor. En son örneğini Maraş Savcılığının 1980 darbesi sonrasında Maraş’ta işkence ile öldürülen Fehmi Özarslan, Mehmet Ceren, Ali Ekber Yürek ve Cennet Değirmenci ile yüzlerce insanın işkenceler altında sakat bırakılmasına ilişkin soruşturmaya yer olmadığı kararları ve Anayasa Mahkemesinin bu kararlarda hak ihlali bulunmadığına dair kararları oluşturuyor. Bu kararlar, eski, yeni, en yeni yargı taraflarının tümünün devlet failleri ve işkence konusundaki utanç verici biçimdeki tutarlı ve uyumlu birliklerini ortaya seriyor. Olan bitene bir bakalım…

İşkence ve cinayetler
12 Eylül darbesi sonrasının Kahramanmaraş’ı işkencelerin herhalde en yoğun ve yaygın olarak yaşandığı bir bölgeye tekabül ediyordu. Belki de bu nedenle, yapılan işkencelerin tüm ayrıntıları ile ilk kez geniş çapta ifşa olduğu yer de yine Maraş bölgesi oldu. 1986 yılında yaptığı işkenceleri Nokta Dergisi’ne bir bir anlatan polis Sedat Caner, Fehmi Özarslan, Mehmet Ceren ve Cennet Değirmenci’nin nasıl katledildiğini, yüzlerce insana uygulanan işkence tekniklerini, bunlar arasında elleri ve ayakları ile birlikte yataklarına da zincirle bağlanan, bu nedenle Maraş işkencehanelerinde adı “zincirliler”e çıkan; Hamdullah Erbil, Saim Sağnak, Derviş Koç, Ahmet Demir, Müslüm Sürücü, İbrahim Candemir, Ali Arabul, Fikret Babaoğlu, Hamit Kapan, Hüseyin Gevher, Tahsin Kozanoğlu, Niyazi Tüten, Muhammet Arifoğlu ve Mustafa Ertekin’e çok özel işkence teknikleri uyguladıklarını krokilerle birlikte itiraf ediyordu. Diğer yandan Dersimli öğretmen Ali Ekber Yürek’in de Afşin’de gözaltına alındıktan sonra işkenceyle öldürüldüğü biliniyordu. İşkencecilere adını dahi söylemeyi reddetmişti. Buna karşılık kendisini nezarethanede astığı söyleniyordu. Ama savcılar tek bir delil toplamadılar. Bu kişiler üzerinde doğru dürüst otopsi yapılmasına bile izin verilmemiş, savcılar görevlerini geçiştirmişlerdi.

Fehmi Özarslan’ın işkencecilerine sloganlarla direndiğini söylüyordu işkenceci Polis. Bunca güçlü oldukları bir yerde karşı konulmasının hıncıyla saldırmışlardı. Sonrasında cenazesine hiç kimse yaklaştırılmamış, defin işlemi jandarma tarafından yapılmış ve mezarına günlerce kireç dökülerek etraftan kimsenin yaklaşmasına bile izin verilmemişti. Aynı şey Mahzuni Şerif’in “Müdür Mehmet” türküsüyle andığı öğretmen Mehmet Ceren’in cenazesi için de geçerliydi. Müdür Mehmet, kendisi teslim olmuştu. İşkence korkusu altındaki insanlara cesaret vermek için uğraşıyordu. Nefretle saldırmalarının sebebi de buydu belki de… Ona da savcı normal bir otopsi yapmadı. Hiçbir soruşturma da yürütmedi.

Yargı ve soruşturmalar
İşkenceli cinayetlerden 5 yıl sonra gelen işkenceci polis itiraflarının ortaya koyduğu manzara Türkiye Yargısını hiç huzursuz etmemişti. Kayıp yakınlarının, özellikle Ali Ekber Yürek’in ağabeyi Mehmet Yürek’in ısrarlı başvuruları bile yargıyı “zamanaşımı” süresini taammüden bekleme kararından alıkoyamadı. Taa ki 2010 Referandumu sonrasına kadar. Bu dönemle birlikte Ankara Başsavcılığı, işkence ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” kapsamında kaldığı ve zamanaşımının işlemediğine dair bir tespitle beraber darbeci generallere karşı dava açtı. İnsanlığa karşı suçlar bahsinde zamanaşımının işlemediği tespiti hem uluslararası hukuk hem de özellikle Latin Amerika özelindeki hukuki içtihatlar ile oldukça uyumluydu ve bu çerçevede Maraş’taki işkenceler konusunda geniş bir soruşturma yürütüldü. Failler ve mağdurlar birer birer dinlendi (Fehmi Özarslan’ın cenaze süreci konusunda bizim de -o.g.e- tanıklığımıza başvuruldu…) Buna karşılık, soruşturma savcısı, başka deyişle 2010 sonrası “yeni yargı”sı, işkence suçunun zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle takipsizlik kararı verme yoluna gitti. Türkiye yargısının önceki içtihatları ile oldukça uyumlu idi bu gerekçe. Fakat kayıp yakınları adalet aramaya devam ettiler ve Anayasa Mahkemesine başvurdular. Anayasa mahkemesi de savcılığın takipsizliğin kararı ile hemfikir olduğunu gösterdi. Şimdi sıra İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde…

Hukuksuz yargı
Savcılıktan Anayasa Mahkemesi’ne kadar uzanan bu hukuksuzluk zinciri ve halkın mağduriyet ve şikâyetleri konusundaki bu seviyedeki duyarsızlık hakikaten utanç vericidir. Benzer süreçler yaşayan Latin Amerika yargısı ise hukuk ve adalet üretme konusunda oldukça ilerde bulunuyordu. Bir kere “zamanaşımı” konusunda ordu ve benzeri güçlerin iktidar konumları devam ettiği sürece soruşturmanın pratikte “uygulanabilir” olamayacağı gerçeğini tespit ederek işe başlamışlardı. Tabii ki zamanaşımının işleyebilmesi için soruşturma ve kovuşturma yolunun fiilen işler olabilmesi gerekiyordu. Eğer zamanaşımı 19. yy deki gibi biçimsel türde anlaşılır ise diktatörlüklerin hükmü hukuken sürdürülebilir hale gelmekteydi. Bu çerçevede zorla kaybetmelerden işkence suçlarına kadar çok çeşitli “devlet faillerinin suçları”nda zamanaşımı bahsi 19. yy deki klasik halinden yepyeni ve güçlü bir adalet duygusu içeren içtihatlarla derinleştirildi. Örneğin İngiltere’de yaşayan Şilili Leopoldo Garcia Lucero, Şili’deki askeri Pinochet faşizmine muhalif olduğu gerekçesiyle 1975 yılında işkence görmüş ve omurilik zedenlenmesi nedeniyle sakat kalmıştı. Bir buçuk yıl boyunca sistemli bir şekilde işkence gören Lucero, fiilin gerçekleşmesinden yaklaşık 40 yıl sonra 2013’te Şili hükümetini tazminata mahkum ettirdi. Kosta Rika’daki Amerika Kıtası İnsan Hakları Mahkemesi 1969 yılında kabul edilen Amerikalılar Arası İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. Ve 25. Maddesinin ihlal edildiğine hükmederek “Pinochet mağdurları”na emsal oluşturacak bir karar aldı. Bu karar üzerine geçen aylarda yine stadyumlara kapatılarak işkence görüp öldürülen ünlü Şilili ozan Victor Jara’nın yakınları, Pinochet rejimininden hayatta kalan Pedro Pablo Barrientos Nunez’e dava açmıştı. Dava Florida- Miami kentinde görülmektedir.

Şili ve Latin Amerika’nın diğer yargıları ile karşılaştırıldığında Türkiye yargısının utancı çok büyüktür. Türkiye yargısı, eskisi, yenisi, bitmişi-bitmemişi, umut vaat edeni-etmeyeni ile beraber bir bütün olarak Fehmi Özarslan, Mehmet Ceren, Cennet Değirmenci ve Ali Ekber Yürek ile “zincirliler” soruşturmasında kendi özlerine dönmüş ve hukuka ve adalete karşı savaşmaya devam edeceğini bir kez daha göstermiştir… Peki biz bırakacak mıyız? Tabii ki hayır . tıpkı Şili yargısı gibi, insanlık için yüz akı kararların verilip devlet suçlarının cezasız kalmaması için mücadele etmeye devam edeceğiz.