‘Islak zemin’ kadın için tek iktidar alanı
Görsel sanatçı Yasemin Özcan’ın ‘Islak Zemin’ başlıklı kişisel sergisi Eda Berkmen küratörlüğünde Arter’de ziyaretçilerini bekliyor. Sanatçıyla hem sergideki işlerini hem de seramiğe ve sanata bakışını konuştuk.
Emrah KOLUKISA
Yasemin Özcan bir seramik sanatçısı temelde -ki seramik mezunu olduğunu vurguluyor her fırsatta- ama kendini sadece seramikle değil, video art, ses enstalasyonu, heykel ve metin gibi farklı disiplinlerde ürettiği işlerle de ifade eden bir sanatçı ve Arter’deki ‘Islak Zemin’ başlıklı sergisi de hemen hemen tüm bu farklı alanlardaki yaratılarına yer veren bir seçkiye sahip. Müzenin giriş katında, hemen sağ tarafta bulunan büyük salona yayılmış sergide ilk bakışta gözünüzden kaçabilecek detaylar arasında dolaşacağınızı en baştan belirtelim de, gittiğinizde duvar köşelerine kadar gizlenmiş bu sürprizlere karşı hazırlıklı olun. Akla ilk anda banyo ve mutfak gibi mekânları getiren sergi Yasemin Özcan’ın seramik ve edebiyat -bir yanıyla da çağlar öncesinde kil tabletlere kazınan çivi yazılarına kadar giden bir gelenekse eğer yazılı edebiyat- arasında kurduğu özgün ilişkinin çok çarpıcı bir çıktısını da sunuyor. Tüm bunları ve dahasını sanatçıyla sergiyi gezerken konuştuk.
Serginin küratörü Eda Berkmen ile nasıl bir araya geldiniz ve bu sergi nasıl doğdu, oradan başlayalım isterseniz.
Eda uzun yıllardır tanıdığım, yaptıklarını takip ettiğim bir küratör. 2016’da atölyeme gelip benimle çalışmış olan ve seramik malzemesini tanıyan, bilen bir küratör Eda. Onunla ayrıca çeşitli masalarımız var, arzu üzerine, özellikle kadın arzusu üzerine konuştuğumuz… Ve hatta yine masada, bir sergi yaparsak beraber çalışalım dediğimizi hatırlıyorum geçmişte. “Pangaltı’da Bir Ev” başlıklı bir sergimi -kentsel dönüşüm sebebiyle evim yıkılmadan önce, evle de bir çeşit kapanış yaşamak üzere sadece kurumlar ve koleksiyonerleri davet ettiğim bir sergiydi- gezmeye Emre Baykal ile birlikte geldiler ve bana ‘Yakında tatlı bir sergi davetiyle geleceğiz’ dediler. Öyle de oldu. Tabii ki kişisel sergi bir sanatçı için hem yeniye yer açılması itibariyle hem yeni ve eski işler birlikte yan yana görmek itibariyle büyütücü, geliştirici ve aynı zamanda da çok heyecan verici bir şey. Heyecanımı tuttular bu süreçte, ‘Merak etme eski işleri de göstereceğiz’ diyerek, çünkü mekanla birlikte düşünmek hep özel bir şey. Davet edildiğim galeri de belliydi, Galeri Sıfır, dolayısıyla bu mekanla birlikte düşünmeye başladık. Tabii ki bu seçkide yer almasını önemli bulduğumuz, o işlerin konuşmasını güçlendirecek bir seçki olmasına çalıştık. Gerçekten aynı düşündüğümüz, hatta asım sırasında ‘2 santim sağa’ cümlesini aynı anda kurduğumuz, aynı hislerle beraber akabildiğimiz bir işbirliği süreci oldu.
Sergide sadece seramik değil, birçok başka malzeme de var, ayrıca ses var, video var… Bütün bunlar aslında bir sanat pratiğinin bütüncül bir halini göstermek açısından mı kullanıldı yoksa başka bir fikir mi var ardında?
Ben seramik mezunuyum ama seramikten mezun olur olmaz yaptığım ilk iş “Pembe Dizi Özetleri” metni manipüle ettiğim, neon ve ses kaydı kullandığım metin odaklı bir işti. Genel olarak malzeme sevdiğimi söylemek yanlış olmaz. Burada birkaç şeyin payı var ama salt seramikle çalışmak bir tarafıyla hapsedici, çünkü bir işin neye ihtiyacı var, yani bu malzemeyi kullanmak için bir iş yapmak değil de, bu iş hangi malzemeyle iyi çalışır, benim için bu daha önemli. Bir şeyin bir sürü çıktısı olabilir, bir metnin bile. Bu sergi sürecinde üzerinde çok düşündüğüm için söyleyebilirim ki metinleri kağıda almakla seramiğin üzerine hakk etmek, işlemek, aşındırmak ile göstermek arasında pek çok fark var. Ya da bir kısa öyküden tiyatro oyunu yapmak mı, sinema filmine dönüştürmek mi yoksa basıp kitaplaştırmak mı?.. Oradaki benim temel cümlem -tabii ki sezgisel bir iç sesin eşlik ettiği- ‘ihtiyacı ne’? Yani o işin hangi malzemeyle çalışması, vücut bulması doğru; buna dair bir hissin izini sürüyorum. Ama zaman içinde biriken, insanın hangi malzemeyle nasıl dans edebileceğini öngörebilmesinin tatlı tatlı keyfini sürdüğüm yıllardayım. Yani bir tecrübe her zaman yılla orantılı olarak genişlemiyor, ama burada birikenleri de biraz bu serginin kurulumunda ve ritminde göstermek istedik. Özellikle üç yeni iş var burada, biri bu anıtsal 11 metrelik “Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir 10”, diğeri “V Yaka” ve arka oda, “Islak Zemin” başlıklı, hacimsel olarak da çok büyük olan enstalasyon. Seramiğin sesinin de açıldığı bir sergi oldu bu anlamda. Ama metin, video, seramik, fotoğraf, ses kaydı, heykel… Gerçekten büyük bir ‘medyum’ çeşitliliği var sergide.
İçinde dört elementin hepsini barındıran bir malzeme sanki seramik; toprak elbette çok temel, ama ateş de öyle, sonuçta fırına giriyor işler, ama havanın varlığı da önemli ve malzemeyi yoğururken işin içine su da giriyor olmalı… Sizin bu malzemeyle ilişkiniz nasıl desem?
Güzel sanatlara hazırlanırken, tabii ki tutkulu bir aday olarak, doğrusu ‘Mimar Sinan’a gireyim de nereden olursa olsun’ gibi bir his vardı içimde, en başlarda. Sonra zaman içinde insan kendini görüyor, tanıyor, neyi sevip sevmediğini daha iyi anlıyor. O bölüm çeşitliliğinde, desenimin yakınlığıyla da üç boyuta olan yatırımımla da, seramik ve heykele daha yakın olduğumu görüyordum zaten. Fakat okula girdikten sonra, en yakın arkadaşımın da heykel bölümünü kazanması ve bu iki bölümün bir koridorun iki ucunda olması ve heykel bölümünün seramiğin aksine diğer bölümlere ve öğrencilere çok açık olması sebebiyle heykel bölümünde çok uzun zamanlar geçirdim. Beni çok beslediğini ve büyüttüğünü düşünüyorum, o anlamda çok müteşekkirim bölümün cömertliğine; hem farklı malzemeler tanımak hem de malzemeyle birlikte düşünme meselesinde, tasarlamakta, kompozisyonda, teknikte, cesur bazı kararlar almamı sağladı. Çünkü senin de dediğin gibi seramikte bir kuruma var, kaçışsız, fırında bir kontrolsüzlük var, goller çok olası, tekrarla gelen ustalık, Alev Ebüzziya’yı burada anmak isterim, tekrar ve ustalık ilişkisinde… Yani her çanağın biricikliği tekrarla gelen ustalığın da güçlü heykelleri gibiler. Ve orada da her zaman risk var. Bu noktada da birkaç şey var aslında, birincisi, kendi işlerime de taşıdığım, seramiğin sanatla zanaat arasındaki tansiyonu… Kavramsal bir yerden bakıyorum, ateşin bulunuşuyla başlayan bir tarihten söz ediyoruz aslında, o yüzden de sanatla zanaat arasındaki kadar, alaylı-okullu arasındaki, sanatçı-zanaatkar, biriciklik ve çoğaltılabilirlik gibi tansiyonları barındıyor. Tüm bunlarla birlikte düşünmek ve seramiğin araçları haline getirmek benim için ilginç doğrusu. Yani fabrika ölçeğiyle –“Islak Zemin” işindeki çoğaltılabilen karolar- bir zanaat atölyesinden çıkan onlarca ya da yüzlerce biriciklik içeren çömlekler ya da benim yaptığım “Queer Horoz”, kendini horoz sanan tavuk… Ya da bambaşka bir yerden, kısmen kalıp kullanarak çoğalttığım “Köşeler”; Bektaşilikteki bir mimari öğeye selam eden o kadim bilginin heykeli aslında. Bektaşi mimarlığında iç mekânda duvarları köşeli yapmıyorlar ki insan da duvar gibi köşeli olmasın. Aslında bu bilginin heykeli… Pandemide daha çok hatırladığımız haliyle, eğer esnemek bir güçse, tüm bu köşelilik ve esnemek, yuvarlanmak, yuvarlamak arasındaki durakları düşünmeye değer.
“Kaygulu Abdal Çıkmazı” başlıklı iş de onu tamamlıyor gibi sanki…
2016’da yaptığım “Saadet Çıkmazı” başlıklı kişisel sergide göstermiştim ilk kez “Kaygulu Abdal”ı. 15 Temmuz’u tecrübe ettiğimiz yazdı, Eylül’de sergi açılacak mı, açılmayacak mı soru işaretleri içinde harıl harıl ürettiğim bir yaz… Oradan geriye doğru gittiğimde de son yıllarda Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalıştığımı ve kırsalda kök salan bu inancın şehirde nasıl dönüşeceği ile ilgili sorularım olduğunu söyleyebilirim; bir Alevinin Alevilik çalışması ne demek, sorusuyla birlikte. Önemli bir Alevi/Bektaşi bilgesi Kaygusuz Abdal, burada küçük bir manipülasyon var, Kaygulu Abdal, yani Türkçeleştirirsem “Kaygılı Bilge Çıkmazı”. En temel duygumuz olan kaygı ile bilgeliğimiz arasındaki ilişkinin çıkmazda olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen solu, bu sergi mekânında dışarıyı gösteriyor, kamusalı gösteriyor.
“Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir” bu sergide belki ilk kez görmediğimiz ama her seferinde yeniden üretildiğinde az da olsa farklılaşan bir iş. Burada da 10. versiyonunu görüyoruz. Biraz da bundan bahsedelim istiyorum.
Fulya Erdemci’yi ve Cappadox’ta yaptığı çağdaş sanat sergilerini anmalıyım. Gerçekten ona müteşekkirim, devri daim olsun, benim toprakla, hacimle kurduğum ilişkiyi çok değiştirdi, çünkü o butiklikten tüm mekana yayılan bir şeye dönüştü, oradaki tanışıklıklar ve tecrübelerle. Ve, bu çok önemli, orada yaptığım -ikinci edisyona davet etmişti beni- “Dünyadan Çıkarken” adlı heykelde de, sanat-zanaat, eğitimli-alaylı arasındaki tansiyonları tutan bir heykel ürettim aslında, böyle fasulye sırığı gibi göğe yükselen ve Kapadokya’daki tüm atölyelerden diyemem, eksiksiz değil ama ulaşabildiğim sanatçı ve zanaatkar atölyelerinden bu kolektif heykel için birer iş istedim. Ve bunlar üst üste yerleştiler, yani 60’lardaki bir yayık ayranı, bir güveç kabı, İkizler Çömlek Atölyesi’nin yüksek derece çömleği, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, G.S.F. Seramik Bölümü’nden sanatçı Betül Aytepe Serinsu ve Fransız bir sanatçının işi, böyle gidiyordu liste. O işi anmadan bunu (“Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir”) anmak zor, çünkü bu da, bu defa, -eksiksiz değil, yine- ama İstanbul’daki atölyelerden başlayarak, İşte Beykoz, tabii ki seramiğin başladığı yer olarak Anadolu Hisarı’nda Hasan Usta Çömlekçilik, Çağlar Çömlekçilik gibi… Sonra da Anadolu’nun farklı atölyelerinde üretilip İstanbul’a gelen, göçle gelen yani, bu formlar da İstanbul’a göçle geldiler ve “V Yaka”daki göç hikayesine de bakarken tüm bu karşılaşmanın kırılganlığı, formun hafızası gibi şeyleri de bana getiriyorlar, ondan etkileniyorum. Bu noktada “Her Şeyi Hatırlamak Bir Tür Deliliktir” cümlesine küçük bir geri dönüş yapayım… Bu cümleyi Adam Phillips’in “Flört Üzerine” adlı kitabında okudum, Brian Friel’ın “Translations” adlı oyunundandı cümle ve çok etkilendim. Ben de hatırlama ve unutma ve delirme kavramları üzerine düşünmeye başladım. Neyi hatırlıyoruz, neyi unutuyoruz, neye göre hatırlıyoruz, neye göre unutuyoruz, bir yandan da bizden önceki jenerasyondan sıklıkla duyduğumuz “Bir şeyi 40 kere söylersen, olur” cümlesi de aklımda. Böyle söyleyince dramatik oluyor ama ahir ömrümde bu cümleyi ben de 40 defa tekrar etmeye karar verdim. Yani ben de bu cümleyi tekrar ederek neyi hatırlayacağım, neyi unutacağım, delirecek miyim? Fakat 9. ve 10. versiyonlarda yüzeyi aşındırarak yazmak, yeni öğrendiğim Arapça kökenli bir sözcükle söylersem, hakk ederek -sert bir yüzeye aktarmak, kazımak- bunları uygulamak da tüm o hatırlamanın, hafızanın bedenimizde bıraktığı iz, bedenin hafızası dediğimiz yere de bir selam ediyor olması ilgimi çekiyor. Serigrafi olarak görseydik, teknik olarak yüzeyde, başka bir şey olacaktı. Belki bir gün, yeni edisyonlarda serigrafiye dönebilirim yine ama şu an bu duygu çok daha bütünlüklü hissettiriyor.
Serginin adı aslında Arter’de sergilenen işlerden birinin de adı aynı zamanda. Bu adı seçmenizin özel bir sebebi vardı ama değil mi?
Bu aslında ev aradığım dönemde emlakçılardan en çok duyduğum sözcüktü, işte “Islak zeminleri tamamlanmış” ya da “Islak zeminleri tamamlanmamış” gibi… Ve “301 Kolye” işini yaptığımı yıl dünya üzerindeki taşınmaz mülkün %3’ünün kadınlara ait olduğu bilgisini öğrenmiştim, 17-18 yıl önce, bugün o oran %5, hadi bizim güzel hatırımız için %10 olsun. O günden bu güne değişmeyen bir şey olarak, beyefendilerin sahip olduğu taşınmaz mülklerin içinde salt kullanıcısı kadın olduğu için geçici bir iktidar alanı mutfak ve banyo. Konu karolar olduğunda, “Sen seç… Hadi, ben anlamam sen seç…” denilerek kadınlara lütfediliyor bir bakıma. Ayrıca arada bir mimar varsa da ıslak zemin işi kadın mimara devredilen bir bölüm… Banyolar bu arada az mekânlı evlerde -metrekareden dolayı- tek yalnız kalabildiğimiz yerler. Tüm bu kayganlık, arzu, kaymamak için iki kişi yürümek ihtimali, karşılaşma ihtimali, bir puzzle gibi parçaların denkliği üzerinden metinleri bu zeminlerde okumak bana iyi geliyor.