İslam’ın barış, hoşgörü, eşitlik, adalet vb. gibi konularda getirdiği olumlu hükümleri sayarken,  “Müslüman ülkelerde bu hükümlerin yeri nedir” sorusunu ne yapmalı! Kısacası Avrupa’nın kendisi için yarattığı “özgürlükler ve refah adasını” başkalarıyla paylaşmak istememesini eleştirelim de; Müslümanların neden böyle demokrasi ve refah adacıkları yaratamadıklarını sormayalım mı?

İslam bu değildir!

7 Aralık günü Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı ve 17 kişinin ölümünden buyana, Avrupa ve İslam, İslam ve Terör, İslamofobi,  ırkıçılık ya da faşizm gibi konuları konuşup duruyoruz. Her taraftan farklı sesler yükselmekte. 

Bir tarafta, İslam’ı terörle bütünleştirenlere karşı, “İslam bu değildir” haykırışları var ki, hak vermemek olmaz. Müslümanlığın, öteki dinler gibi, adaletsizliğe isyan, ezilenlere umut, barış içinde birlikte yaşamayı mümkün kılacak bir hak-hukuk-ahlak öğretisi olarak ortaya çıktığına kuşku yok. 

Ancak, İslam’ın barış, hoşgörü, eşitlik, adalet vb. gibi konularda getirdiği olumlu hükümleri sayarken,  “Müslüman ülkelerde bu hükümlerin yeri nedir” sorusunu ne yapmalı! Kısacası Avrupa’nın kendisi için yarattığı “özgürlükler ve refah adasını” başkalarıyla paylaşmak istememesini eleştirelim de; Müslümanların neden böyle demokrasi ve refah adacıkları yaratamadıklarını sormayalım mı?  

Öte tarafta  Avrupa’nın dünyada oynadığı olumsuz rolden, yarattığı canavarlardan söz edip, göçmen politikalarındaki yanlışlara gelenler var ki, doğru yanlarını kim yadsıyabilir!  Bunlar arasında, terörün “İslam’la ilişkilendirilemeyeceği” iddiasında bulunanlar; “İslam coğrafyasında 12 milyonun katledilmesine ses çıkarmayan insanlığın, 12 kişinin cinayeti karşısında ayağa kalkmasını ibretle seyrettiğini”  dile getirenler; modernizmin bozup huzursuzluğa sürüklediği gençlerden, İslam’a yüklenen karanlık örgütlerin  vebaline kadar yaşananların hesabını Batı’dan soranlar da var.   

Bu açıdan Hollande’ın,  “bu saldırıların İslam diniyle hiçbir ilgisi yoktur” demesini; Merkel’in, “İslam’ı Almanya’nın bir parçası” olarak dile getirmesini ve Cumhurbaşkanı Joachim Gauck ve bazı bakanlarla birlikte Müslüman toplumun 13 Ocak’ta Berlin’de düzenlediği “hoşgörü” mitingine katılmasını olumlu bulmak mümkün. Ancak yükselen İslamofobiye karşın, bu adımların ötesinde önlem ve politikalar gerektiğine söylemeye gerek yok. Konuyla ilgili birçok uzman, Avrupa’da hem sosyal kabul görme hem gelecek kurma açısından umutlarını kaybetmiş gençlerin, aşırı uçlar, radikal düşüncelerde sığınak aramalarının anlaşılır yanları olabileceğine işaret etmekte; öyle olunca da, Avrupa’nın göçmen politikalarında esaslı değişiklikler yapması gerektiğine kuşku yok. 

Söylenenlerin çoğuna hak versek de, İslam’ın bugün yaşadığı mezhep kavgaları ve sergilediği fanatizmden, demokrasi açsısından karşılaştığı tıkanıklıklardan kadınla ilgili meselelere kadar konuşulacak çok konu var. Bu nedenle kendi içinde yapması gereken özeleştiri ile reform ihtiyacından söz edilmekte ki, gayet yerinde. Türkiye açısından en önemli nokta da burada! 

Önemli, çünkü bir yandan Avrupa’ya “ödev” dağıtırken kendimize düşeni görmezlikten gelemeyiz; en başta söylediklerimizin ciddiyet taşıması için  kendimize düşeni görmek durumundayız. Öte yandan, bugün Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişi ile gündeme gelen ve gelecek açısından kaygı uyandıran gelişmeler az değil. Bunun da ötesinde, İslam’ın, siyasetin elinde araçsallaşması ile inanç sistemi olarak karşılaştığı kayıplardan söz edilebilir. Yani, dini inançların business ve oy amacıyla gösteri haline gelmesinin, yalnız laiklik değil, İslam’ın kendisi açısından da taşıdığı tehlikeler var. Söylenecek çok şey var ama kısa kesmek üzere, Ahmet Hakan’ın Ali Bardakoğlu ile yaptığı söyleşiden bazı ipuçları çıkarılabilir demekle yetineyim 

İslam bu değildir diyenlere, “Anadilde din “ desem!
Bu ülkede yaşayanlar, İslam’a eleştirel baktığınız ve bir reform ihtiyacınızdan söz ettiğinizde karalamalar, küçümsemeler, hatta tehditlerin nasıl hazırda beklediğini iyi bilirler!  “Dini inançlar tartışılamaz” diyerek,  tartışanlara hadlerini bildirmekte gecikmezler! O nedenle olmalı ki, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğünden bol bol söz edenler,- yani  aydın ve yetkin büyüklerimiz!- konu İslam’a ait bir eleştiriye geldi mi susar! Bugün de, “toplumun inançlarına saygı” ile “ifade özgürlüğü” arasında kalıp, ortalama bir yolu bulmaya çalışmaktalar! 

Oysa konu farklılıklarla birlikte yaşamaksa, bütün inançlar ve inançsızlar için din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin siyasal bir araç olmaktan çıkması gibi bir başlangıçtan vazgeçilemez. Türkiye- bazı yanlışları olsa da-  bunu yapmaya çalışıyordu ama siyasal İslam’ın yükselişiyle birlikte, bundan söz edenler, toplumdan “laikçi” diye kovalanmaya başlandı! Şimdi ise, laikçilerin dile getirdiği korkularla yüzleşmek durumunda kalınmakta; dünyadaki örnekler ise, laikliğe “haşa!” diye bakanların, demokrasi, özgürlükle değil, aksine fanatizmle buluşmalarının ne kadar kolay olduğunu göstermekte. 

O yüzden Ceyda Karan’ın çok yerinde biçimde adlandırdığı gibi, bu ülkede, “Müslüman Engizisyonu” tehlikesine maruz kalmadan, İslam gerçeğini konuşabilmeli, özeleştirisini yapabilmeli ve reform ihtiyacından söz edebilmeliyiz diyorum.  

Özellikle kadınların örtünmesi ve toplumsal konumları açısından İslam’da bir reform gerektiğinden hep söz ederim; sakınmam. Şimdi bunun yanı sıra, dinin manevi anlamı ve gücünü yaşayabilmek için, “anadilde din” ilkesini kabul etmeliyiz diyorum. Bardakoğlu, “İslam’ın hükmü kaybolmadı ama hikmeti kayboldu” derken haklı; ancak hikmetin öne çıkması için, anlamını bilmeden ezberlenmiş dualarla hocaların aracılığından ötesine ihtiyaç var. Ayrıca, anlamlarını bildiğiniz söylemler üzerine düşünebilirsek, “İslam bu değildir” iddiasının daha gerçekçilik kazanacağını da düşünebiliriz.

Not: Cumhuriyet gazetesinin  Charlie Hebdo’dan bazı alıntılara yer vermesi nedeniyle karşılaştığı tepki ve muamele bile, yalnız demokrasi-özgürlük değil, İslam üzerine düşünmemiz gereğini bir kez daha hatırlatmakta. 

* Siyaset Bilimci, Prof. Dr.