Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da büyük infial ve şaşkınlık yaratan saldırıların ardından, tartışmalar sürüyor. Ülkede yaşayan Müslümanların, yedi kişiyi öldüren Mohamed Merah nedeniyle mağdur olmamaları ve toplumsal tepkiyle  karşılaşmamaları için hem medyalar, hem de siyasetçiler kamuoyuna açık mesajlar gönderiyor, toplum bilimciler bol bol Merah’ı inceliyor... Bir yandan yoksulluğun aşırılıkları beslemesi tezi yeniden gündeme gelirken, diğer taraftan kısmen de olsa Fransa’nın yıllardır sürdürdüğü uyum politikalarının eleştirisi yapılıyor. Bu ikinci tartışma yapıcı bir özeleştiri yerine, daha ziyade 22 Nisan’da ilk turu yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların hesaplaşması şeklinde gelişiyor.

Aslında Fransızlar yaklaşık yirmi yıl önce benzer bir saldırı karşısında aynı sorgulamaları ve tartışmaları yaşamışlardı. 25 Temmuz 1995’te Paris’in Saint Michel metro istasyonuna İslamcı bir grup tarafından yapılan bombalı saldırıda yedi kişi hayatını kaybetmiş, yüzü aşkın kişi de yaralanmıştı. Son olaylarda olduğu gibi, yoksulluk ile köktendincilik arasındaki bağlar araştırılmış, sosyologlar ve siyaset bilimciler çeşitli tezler ileri sürmüşlerdi.

Peki yaklaşık yirmi yıl sonra aynı şeyler tartışılıyorsa, bu geçen sürede dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların İslam adına yapılan bu saldırıları telin etmek dışında, kendi içlerinde bir tartışmaya neden yol açmadığını sorgulamak gerekmez mi? İslamda özeleştiri ve reform zamanı gelmedi mi? Bu soruların yanıtını ararken, Le Monde gazetesinde 24 Mart’ta yayınlanan bir makale imdada yetişti. Filozof ve yazar, İslam felsefesi konusunda birçok eseri bulunan, Sophia Antipolis üniversitesinde profesör, Fransız Müslümanı Abdennour Bidar, İslam ve bugünkü uygulamaları konusunda yıllardır sürdürdüğü araştırmalarından hareketle “İslam hastalığının yarattığı canavar” başlıklı bir yazı yayınladı. Bidar, Merah’ın saldırılarını “çılgınlık” olarak niteleyip, çoğunluğu barışsever ve hoşgörülü Müslümanlardan tamamen ayırt etse de, “İslam’ın kendi içindeki bir hastalığını aşırı da olsa ifadesi yok mu?” diye sorguluyor. Dahası, “bu dinin çok yönlü aşınmasının (dejenerasyon) belirtilerini irdeliyor: törencilik (ritüelizm), formalizm, dogmatizm, cinsel ayrımcılık, Yahudi düşmanlığı, hoşgörü eksikliği, dini kültür eksikliği İslamı kirletiyor” diyor. Ancak bunu derken de Müslümanların genel olarak Yahudi düşmanı, ya da hoşgörüsüz olduğu tezini reddediyor ve bu tarz bir söylemin sadece İslam düşmanlığını körükleyeceğinin altını çiziyor.

Bidar başka cesur saptamalarda da bulunuyor: Kendi kültürüne ve maneviyatına aykırı olsalar da, bu tür saldırıların ve cinayetlerin İslam’ın yaşamakta olduğu derin krizin en ciddi belirtisi olduğunu kabul etmek gerektiğini belirtiyor. Ancak bu sorumluluğu -hatta riski- kimsenin almak istemediğini de hatırlatıyor. “İslam kültürü, kendi ‘gerçeğinin’ içinde hapsolmuş, yüzyıllardır süregelen mutlakçılığının tutsağı. Dogmalarının herhangi birinin sorgulanması, çoğunlukla Müslümanlar tarafından dinlerine küfür edilmesi olarak algılanıyor. Kuran, Peygamber, Ramazan, helal yemek derken, en eğitimli, kültürlü kesim içinde bile bu sabitlerin tartışılması reddediliyor. Binyıllardır dokunulmaz bir mukaddes varlığın dayattığı geleneği kendi aralarında veya başkalarının tartışmasına tahammül etmekte zorlanıyorlar” diyen Bidar, bu yıllanmış törenlerin, prensiplerin ve ahlaki değerlerin günümüz ruhani ihtiyaçlarına artık yanıt vermekte zorlandığını ekliyor.

Sonuç olarak, Bidar İslam’da bir reformun zamanının geldiğini, yeni bir ruhani kültür yaratılmasının acilliğini hatırlatarak, bugün artık tüm dinlerin önce insana olan inancı besleyen bir yol çizmelerini öneriyor. Bize de Bidar’ın çeşitli kitaplarının bir an önce Türkçeye kazandırılmasını önermek düşüyor...