Her inanç her din inananına aittir. Kişi dinini siyasette mi, ekonomide mi, günlük hayatını düzenleme de mi, ailesiyle ilişkilerinde mi yoksa bunların hepsinde mi kullanır onun bileceği iştir. Fakat bu kişi veya kişiler, dinine sağlanan pozitif ayrıcalıkları kullanarak “kamusal alan”ı ele geçirmeye çalıştığında ona, işte bu olmaz demek gerekir. Kamusal alan, her görüşün kendini ifade edebildiği modern toplumun kurduğu ortak alanı ifade eder. İnançlar, bu alana girmek istiyorsa demokratik kurallara uymak zorundadır. Oraya diğer bileşenleri terbiye etmek için değil ikna etmek için gelinir. Müzakere masasına elinde palayla oturmak olmaz.

Ne yazık ki Müslümanlar her milliyetten, her kültürden, her cinsiyetten ve her türden fikrin bulunduğu bu ortak alanda nasıl davranılması gerektiği konusunda yeterli deneyime sahip değiller. Müslüman kimliği ile alana girenler, bir süre tartışma kültürüne uymayı denediler; okudular, yazdılar. Ancak tarihsel deneyim eksikliği onları yeniden kestirme yola, şiddete yöneltti. Tartışma geleneğinin ve demokrasi kültürünün bulunmadığı, kışkırtıcıların kol gezdiği Müslüman coğrafyasında tartışmanın savaşa dönüşmesi kaçınılmazdı. Görüldüğü gibi şiddet, kendilerinden olmayanları etkisizleştirdikten sonra kendi içinde savaşa dönüşmüş durumda.

Savaşın, İslamı din olmaktan çıkaracağını fark eden bir avuç pasif Müslüman dindar, kan gövdeyi götürmeye başladıktan çok sonra ancak sükûnet çağırısında bulunmaya başladı. Charlie Hebdo katliamı ardından sesli düşünmeye başlayan Müslüman dindarlardan gelen ses ciddi bir panik havasına işaret ediyor. Ne yazık dini, tarafını motive etmek üzere yorumlamış “etkin” dindarlar inandırıcılıklarını yitirdi. Hemen hepsi birbirine düşman dini kurum ve şahsiyetlerin artık uzlaştırıcı olma şansları yok. Türkiye’ye bakın, AKP iktidarına konsolide olmamış, sözü dinlenebilecek, paniği yönetecek bir Allah’ın kulu yok ortada. Her biri sistemin dağıttığı rantın peşinde kirlenmiş. En aklıbaşında deneni rüşvete fetva vermiş. Yani Müslümanları derleyip toplayacak ağırlıklı bir kurum, şahsiyet yok.

Kimileri, en azından Türkiye ölçeğinde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’i ihtilafı yatıştıracak bir figür olarak görmek istiyor. Bu da olmaz, olmaz çünkü makam masasının arkasında DİB Başkanı olarak görüp misyon yüklediğiniz Mehmet Görmez’in, masayı biraz çektiğinizde aslında bir Abdurrahman Dilipak oturduğunu anlarsınız. Nitekim Charlie Hebdo saldırısından sonra yaptığı iki farklı açıklamada bu şahsiyetin, dini otorite olarak dindarlara güven veren biri olamayacağı bir kez daha görüldü. “Bu saldırı, sadece bir dergi çalışanlarına karşı, ya da sadece Fransa’ya, Avrupa’ya, Batıya karşı işlenmiş bir saldırı değildir; aslında bu saldırı bir dine inansın ya da inanmasın, inanıyorsa dini ne olursa olsun, dünyanın barışa değer veren bütün insanlarına karşı yapılmış bir saldırıdır” (8 Ocak). Görmez, Erdoğan’ın Batı’yı suçlayıcı çıkışının (10 Ocak) ardından aniden saldırı hakkındaki fikrini değiştirdi, 13 Ocak’ta “Müslüman coğrafyasında katledilen 12 milyon insan için ses çıkarmayan insanlığın, 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledik” dedi. İnsanlar, milyonlarca Müslüman açlıktan ölürken milyonluk arabaya binen, milyarlık binada ikamet eden birini ancak dinin değil, din aristokrasisinin temsilcisi olarak görür.  

Başlık, 133 yıl önce yazılmış bir kitabın adı (Wilfred S. Blunt, Ayrıntı Yay.) Müslümanlar, bir o kadar yıl sonra aynı başlıkta kitaplara konu olmak istemiyorlarsa, önce birbirleriyle sonra dünyanın geri kalanıyla iletişim kurmalarını sağlayacak bir dil geliştirmelidirler ve bu dili kullanabilecek yeni aracıların ortaya çıkmasına imkân tanımalıdırlar. Bunun için önce AKP’den, Erdoğan’dan kurtulmaları gerek. Çünkü kuruluşunda diyalog unsuru olacağını ilan eden AKP, dış dünya ile iletişimini sağlayan elçilerini öldürerek güven ortamını bozdu.