İslamcı hareketin önemli ve bir o kadar da toplum bilimsel ve tarihsel dayanaklardan yoksun tezlerini tartıştığımız yazımıza, üçüncü ve son bölümüyle devam ediyorum.

Türkiye’nin değerleri derken (kültürel, tarihsel, manevi, siyasal ve toplumsal) sadece dini anlayan, daha da önemlisi “değer” kavramını kendi İslami yorumlarından ibaret sayan ve Emevi şeriatını din diye topluma dayatan anlayışla esaslı bir ideolojik hesaplaşma şarttır. Bu tarihsel sorumluluğu yerine getirmek aslında basit, ama uzun süredir ihmal edilmiş bir iştir.

İslam dünyasının geri kalmışlığını salt dış dinamiklere, esas olarak da Batı sömürgeciliği ve emperyalizme bağlayan yaklaşımlar eksik, eksik olduğu için de yanlıştır. Bu bakışın doğru yanları olsa bile, -ki vardır- belirleyici nitelikteki iç dinamikleri ihmal ettiği için gerçek durumu saptamaktan uzaktır. Çünkü Müslümanların hâlâ devam eden Ortaçağ'ını anlamak, ancak iç dinamikleri kavramaktan geçer. İslam dünyasının geri kalmışlığı konusunda dış dinamiklere ağırlık veren bir yaklaşıma sahip olan Georgetown Üniversitesi Ortadoğu uzmanı, Prof. John Esposito bile şöyle yazıyor:

“İslam dünyasının bir çöküş halinde oluğu inancı vardır. Bunun altında yatan neden, İslam’ın doğru yolundan sapılmış olmasıdır; tedavisi ise ‘İslami kimlik, değerler ve gücünün tamirini sağlayacak’ gerek kişisel dünyalarda gerekse kamusal hayatta İslam’a geri dönmektir. İslami siyasi eylemciler için Muhammed ve ilk Müslüman site devleti örneğinde yansıyan ve Şeriatın kuşatıcı tabiatında somutlaşan, Kur’an’da izah edildiği şekliyle bütün ya da kapsamlı bir hayat tarzıdır. Nitekim, Müslüman hükümet ve toplumların yeniden canlanması, İslam hukukunun yeniden uygulanmasını gerektirir” (Esposito, İslam Tehdidi Efsanesi, Çeviren; Ömer Baldık vd. Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002: s.57-58).

Esposito’nun da işaret ettiği Müslümanların dramı ve aşamadığı bu kısır döngü şöyle açılabilir: İslam dünyasının geriliği ve bir çöküş yaşandığı tespit ve kabul edilmekle birlikte, bu çöküşün ve geriliğin nedeni, aynı zamanda çıkışın (kurtuluşun) da yolu olarak görüldüğü için kendi Ortaçağ’ını yeniden üretiyor. Siyasal islamcıların çözüm önerileri, din-devlet-toplum ilişkilerinde, 11. yüzyılda temelleri atılan teolojik çerçeve ve Tanrı merkezli bilgi anlayışının sınırları aşılamadığı için başarılı olamıyor. Bu nedenle, yeryüzünde –Türkiye örneği bir ölçüde istisna kabul edilirse bile- kendi Ortaçağı'nı aşabilmiş ve geri kalmışlıktan kurtulmuş tek bir İslam ülkesi bile bulunmuyor.

***

Tarihsel sosyolojik perspektiften baktığımızda ortada şöyle bir tablo bulunuyor; İslam dünyasında 11. yüzyıldan itibaren İmam Gazali öğretisi doğrultusunda içtihad (yorum ve güncelleme) kapısı kapatılarak felsefe ve akla ancak Tanrısal esinin (nakledilenin, vahiyin) sınırları içinde bir hareket alanının tanınması, geri kalmışlığın temel nedenidir. Bu durum, yani içtihad kapısının kapatılması kısa ve orta vadede dönemin egemen devletlerinin işine yarasa da uzan vadede İslam dünyasını geliştirmemiş, tam tersine onu bilim, akıl ve ilerleme çizgisinden koparmıştır. Bu durum, daha 15. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını Ortaçağ’dan çıkış yoluna giren Batı’nın gerisine düşürmüştür. Müslümanları ise günümüze kadar uzayan bir Ortaçağ'ın içine sürüklemiştir. Nedenleri konusunda tartışma sürse de, bu tablo ve sonuç net bir olgu, somut bir durumdur.

Peki, akılcılık ve felsefeye İbn Rüşd’ün araladığı ölçüde bile olsa, bir kapı açılabilmiş olsaydı, bugün İslam ülkelerinin konumu farklı olur muydu? Bu soru önemlidir. Yanıtı ise kısa; evet olabilirdi. Ancak, ortaya çıkan sonucun birden çok etken ve nedenin bileşkesinin oluşturduğu bir tablo olduğunu da unutmamak gerekir.

İslam ülkeleri, -esas olarak Osmanlı İmparatorluğu- Batı’nın ilerlemesini fark ettikleri 17. yüzyıldan itibaren, bu ilerlemenin nedenlerini anlayamamış, ve fakat ekonomik olarak başlayan gerileme, üst üste gelen yüz kızartıcı askeri yenilgiler ve toprak kayıpları nedeniyle bu geri kalmışlığı –en azından askeri alanda- aşmak için bir arayış içine girmişlerdi. Ancak, devlet-toplum ilişkilireni düzenleyen verili ideolojik-teolojik çerçeveyi aşamadıkları için başarısız olmuşlardı. Dahası, saray ve dönemin egemen güçleri kurulu düzeni riske atacak bir atılım yapmaktan sürekli olarak kokmuştu. Öyle ki, kendilerinin geri kaldıklarını bile uzun süre kabul etmeyeceklerdi. Batı ile mesafenin açılması üzerine, özellikle din adamlarının çoğu bu durum karşısında sessiz kalmayı tercih edecekti. Bir kısmı ise, konuyu “ahlak” tartışmasına çekerek, Batı’daki kadın hakları, bilim ve kültür-sanat alanlarındaki ilerlemeyi, “yozlaşma ve ahlaki çürüme” diye yorumlamayı tercih edecekti. Oysa, Ortaçağ geleneklerine, kültürüne ve dogmalarına daha sıkı sarılmaya yol açan bu yaklaşım, söz konusu mesafenin bir uçuruma dönüşmesine yol açacaktı.

Diğer taraftan, bazı din adamları ile bazı islamcı düşünür ve ideologlar, Batılı toplumların ulaştığı ve direnemeyecekleri gelişkinlik düzeyini, büyük bir yanılgıyla “Hıristiyan kültürü” ya da “Hıristiyan uygarlığı” diye tanımlama yoluna gidecekti Bu alimler ve kanaat önderleri, içe kapanmaya neden olan bu tutum ile Müslümanları Batı’nın etkisinden koruyacaklarını sanıyordu. Oysa, Batı’nın uygarlık alanında kat ettiği yolun ve sağladığı açık yükselişin, esas olarak kilise ve onun temsil ettiği değerler dünyasının yıkılması sonucu gerçekleştiğini anlayamıyorlardı. Bu yaklaşım günümüze kadar devam edecekti.

İçinde sömürgecilik, kapitalizm ve emperyalizm gibi, insanlar ve toplumlar arasındaki eşitlik ve adalet lişkisine karşı yıkıcı öğeler taşısa da, Aydınlanma ve onu tamamlayan burjuva devrimler çağının tarihsel anlamı; Ortaçağ'ı aşmak, modernite ve tarihsel-toplumsal ilerlemedir. Zaten İslamcılar tarafından yöneltilen eleştiri de Batı kültürünün bu sömürgeci ve emperyal özelliklerine değil, onun Hıristiyan yanınadır. Bu bakış, tarihsel, kültürel, siyasal ve ekonomik gerçeklerden kopuk dar bir dinci perspektiften başka şey değildir. Çünkü, seküler Batı uygarlığı, içinde kimi dini kültürel motifler taşısa da, esas olarak bir Hıristiyan uygarlığı değil, tam tersine ona karşı gelişen kültürel, ideolojik, ekonomik, toplumsal ve tarihsel bir reddiyenin sonucudur.

***

Allah’ın her zaman Müslümanların arkasında olduğu, İslam dininin dışında kalanların hiçbir zaman Müslümanlardan üstün olamayacağı şeklindeki derin yanılgı ve önkabul hâlâ çok etkili durumda. Batı dünyasındaki gelişmelerin “aslında Kuran’da öngörüldüğü” şeklindeki safsata, 20. yüzyılda bile birçok islamcı tarafından açıkça savunuluyor. Dahası, Müslümanların büyük çoğunluğu, ortaya çıkan bu vahim tablodan (yaşamın her alanındaki gerilik ve sefaletten) kendilerinin, sahip oldukları anlayışın ve egemen dini yorumun hiçbir payının olmadığını düşünüyor. Toplumu ve devleti ne kadar fazla dinselleştirirlerse her şeyin daha iyi olacağına inanıyorlar. Dolayısıyla kendi gerileme ve sefaletlerini kendileri inşa ediyorlar.

Siyasal islamcılar ve egemen Sünni İslam anlayışı, Müslüman dünyasının geri kalmışlığının nedenlerini, dinden uzaklaşmanın bir sonucu olarak görüyor, çözüm olarak ise daha çok İslam’a sarılmayı öneriyorlar. Şii islamcı hareketin de –kimi ayrımlarına karşın- çok farklı olmadığını saptamak gerekiyor. Sorunun temelini kavramaktan uzak bu yaklaşım Müslüman ülkeleri/toplumları tam anlamıyla bir açmaza sokuyor. Bu fasit daire, sorunu daha derin bir çözümsüzlüğe süreklediği gibi, radikalizm ve tutuculuk üretmekten başka bir sonuç da yaratmıyor.

İslamcı hareket, sonuç olarak, hiçbir zaman insanlık için ortak, gelişkin ve demokratik bir gelecek projesi sunamadı. Bu nedenle, İslamcıların 1980 sonrasındaki çok özel konjonktürün (dönemsel toplu durumun) oluşması nedeniyle yakaladığı yükselme dalgası, 21. yüzyıl dünyasında utanç verici bir bozguna dönüşerek iflas etti. Zamanında (20. yüzyılın başında) görece bu zinciri kıran Türkiye gibi ülkeler ise, hem emperyalizmin hem de küresel gericiliğin hedefi haline geldi. Sonuç olarak, solun ve cumhuriyetçilerin büyük aymazlığı sonucu, islamcı hareket tarafından Türkiye modelinin büyük ölçüde imha edilmesi nedeniyle, farklı bir örnek de kalmadı. (Bitti.)