Türkiye’nin fiilen bir genel seçim düzlemine girdiği, toplumsal ve siyasal güçler yelpazesinde yer alan bütün akım, örgüt ve çevrelerin bu duruma göre konumlanmaya çalıştığı bir tarihsel kavşakta bulunuyoruz. Bu tarihsel dönemeçte, ülke siyasetinde bir dönemin kapanacağını net bir şekilde ifade edebiliriz. Ancak, bu kapanışın yönü ve kapsamı henüz belli değildir. Bunu belirleyecek olan şey; aydınlanmacı, modenleşmeci, laik, demokratik, halkçı, cumhuriyetçi ve sol hareketler ile İslamcı, gerici, muhafazakâr, faşizan ve sağ güçler arasındaki mücadele belirleyecektir.


Sona eren cumhuriyetçi bir modernleşme ve aydınlanma dönemi de olabilir, bu modele itiraz ederek iktidara gelen siyasal İslamcı Erdoğan-AKP iktidarının temsil ettiği İslamcı-faşizan uygarlık proje denemesinin bir daha ihya edilemeyecek şekilde çöktüğüne da tanıklık edebiliriz. Elbette hep vurguladığım gibi, cumhuriyetin başlangıç ilkeleriyle İslam’ın şeriatı arasında bir ortalama alınmasıyla sonuçlanabilecek hibrit bir rejim, bir restorasyon denemesiyle de karşı karşıya kalabiliriz. Önümüzdeki en güçlü olasılık da bu restorasyoncu yoldur.

Bu konuyu BirGün gazetesindeki “Türkiye’nin Üç Yolu” başlıklı yazımda (24 Ekim 2021) ve onu takip eden “Restorasyon, Şili Deneyimi ve Türkiye” gibi kimi diğer makalelerimde (26 Aralık 2021) işlediğim için, bu yazıda üzerinden ayrıntılı şekilde durmayacağım. Ancak, Erdoğan-AKP iktidarının inadını, devam etme ısrarını ve ele geçirdikleri devleti bırakmama kararlılığının nedenlerine ve bu tutumun ideolojik-siyasal arka planına bakmak lazım. O nedenle bu yazıda, İslamcı hareketin 21. yüzyıla uyum sağlamak ve tarihsel iddialarını günümüze taşıyarak “âleme nizam vermek” için geliştirmeye çalıştığı, yeni uygarlık projesinin neden ve nasıl iflas ettiğini anlatmaya çalışacağım. Çünkü hiçbir bilimsel ve tarihsel dinamik ve olgu tarafında desteklenmeyen bu iddiayı anlamak, doğru bir mücadele hattı kurmak bakımından önem taşıyor.

Siyasal İslamcı AKP iktidarı, tarihsel ve ideolojik amaçlarına ulaşmak için, bu hedefle uyumlu bir bölge jeopolitiği yaratmak zorundaydı. Çünkü, tarihsel hedeflerine uygun bir kültürel-siyasal havza, bir tür arka ülke, siyaset terminolojisine daha uygun bir kavramla ifade edersek; bir hinterlant oluşturamadığı takdirde ayakta kalamayacağını görüyordu.

Dolayısıyla, Erdoğan yönetimi, hedeflediği dinci-faşizan rejimi geri dönüş eşiğini aşacak şekilde yerleştirebilmek için, kendisine bölge ölçeğinde bir yaşam alanı oluşturmaya çalıştı. Bu amaçla, bölge jeopolitiğini bu siyasal hedefe uygun olarak yeniden düzenlemek istedi. Suriye iç savaşına girmesinin ve bu ülkedeki yarı seküler ve halkçı rejimi değiştirip, kendisinin de üzerinde etkili olacağı İhvancı bir rejim kurmaya çalışmasının nedeni buydu. AKP iktidarının bu amacıyla emperyalizmin bölgesel hedefleri, örneğin Büyük Ortadoğu Projesi arasında bir örtüşme söz konusuydu.

Ancak olmadı. Erdoğan ve AKP iktidarının bütün iddiaları çöktü. Suriye’de anavatan savunması yapan yurtseverler, laik ve aydınlanmacı güçler savaşı kazandı. Küresel gericilik yenilgiye uğratıldı ve Büyük Ortadoğu Projesi, bir daha gündeme gelemeyecek şekilde çöktü. Sonraki hedefin İran olması, Rusya’nın bölgedeki çıkarları da Suriye direnişi için elverişli bir ortam sağlamıştı. Daha da önemlisi; siyasal İslamcılık dünyada hem bir toplum ve uygarlık projesi olarak hem da ideolojik ve kültürel bakımdan iflas etti. Irak, Cezayir, Tunus, Mısır ve Libya üzerinden gelişen gerici dalga Suriye direnişine çarparak askeri ve siyasal bakımdan yenilgiye uğradı.

BİLİMDIŞI İDDİA

Siyasal İslamcı hareket, Türkiye’de hiç kuşkusuz AKP iktidarıyla tarihindeki en yüksek başarı düzeyine ulaştı. Bu başarı sadece Türkiye ölçeğinde de değil, bütün bölge ve İslam dünyası bakımından da büyük önem ve öncü bir anlam taşıyordu. Çünkü İslam dünyasının en ileri, en fazla Batılılaşmış ve kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkesinde siyasal İslamcılar seçim yoluyla iktidarı ele geçirmiş ve uzun süre onu elinde tutma başarısını göstermişti.
Kararlı bir kitle temeline sahip olan bu hareket, yani AKP seçimli bir siyasal düzende de İslamcılığın başarıya ulaşabileceğini kanıtlıyordu. Bu özelliğiyle dünyadaki diğer bütün İslamcı hareketler için bir örnek oluşturuyordu. Öyle ki, Tunus ve Fas’ta da adları yine “Adalet ve Kalkınma” olan İhvan (İhvan-ı Müslimin /Müslüman Kardeşler) hareketine bağlı partiler kuruldu. Onlardan birinin amblemi mum, birinin ise gaz lambasıydı. Ampul, en yüksek aşamayı temsil ediyor olmalıydı.

Bu yüksek konum, dar anlamda sadece iktidar olmakla da sınırlı değildi. İdeolojik, siyasal ve teolojik bakımdan da yeni bir duruma işaret ediyordu. Erdoğan-AKP iktidarı esas olarak bu nedenle bütün İslam dünyasının liderliğini üstlenme iddiasını taşıyordu.

Ancak ortada büyük bir hesap hatası, dahası tarihsel ve siyasal bir yanılgı vardı. Bu yanılgının kısa süreli başarıların ardından ağır bir yenilgiye yol açması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.

Bu yanılgının temelini siyasal İslamcıların yeni uygarlık iddiası ve kendinden menkul bir tarih tezi oluşturuyordu. Öyle ki, söz konusu olan şey, hiçbir sosyolojik, iktisadi ve kültürel temele dayanmayan; fantastik ve gerçeklikten kopuk bir tarih tezi ve uygarlık anlayışıydı. Ancak, durum böyle olmasına karşın AKP iktidarı, bir dönem Ahmet Davutoğlu’nun teorisini yaptığı bu hipotez üzerinden Türkiye’nin dış politikasını yürütüyordu.

YENİ UYGARLIK DOKTRİNİ

Dünyada başka bazı İslamcı ideologlar tarafından -farklı biçimlerde de olsa- gündeme getirilen, Davutoğlu’nun ise Türkiye merkezli olarak yeniden ürettiği bu hipotezi, okuduğunuz yazının sınırları içinde biraz açmaya çalışacağım. Erdoğan’ın da paylaştığı ve AKP politikalarına yön veren, başka bazı İslamcı ideolog tarafından da işlenen bu hipotezi, Davutoğlu 2013 yılında yayınlanan, dış politika konuşmalarına da yer verdiği “Teoriden Pratiğe” adlı kitabında gündeme getirmişti. Bu hipotez şöyle özetlenebilirdi:

Batı Uygarlığı derin bir kriz halindedir. Bu uygarlık dünyaya hâkim olduğu için, kriz küresel ölçekte yaşanmaktadır. İnsanlığın bu krizden çıkabilmesi için, yeni bir kültürel alaşıma ihtiyaç vardır. Çin ve Hint uygarlıkları kapalı kültürler ve büyük ölçüde tek etnisiteye dayalı uygarlıklar oldukları için böyle bir alaşımı gerçekleştirecek yeteneğe ve dinamiklere sahip değildir. Böyle bir alaşımı yaratabilecek tek uygarlık havzası İslam’dır. Çünkü İslam dininin elinde çok önemli bir güç, farklı milletler tarafından okunan ve onları bir araya getiren bir kitap vardır. Bu kitap Kuran’dır.

Bu anlamda İslam, Batı Uygarlığıyla da ilişki içindedir ve bu nedenle evrensel bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla Batı Uygarlığının birikimini de içine alarak onunla bir alaşım oluşturabilecek yeteneğe sahip yegâne kültür İslam’dır. Daha da önemlisi, uzun vadede Batı Uygarlığını aşma, hatta onu tasfiye ederek yükselme potansiyeline sahip tek uygarlık havzası da İslam âlemidir.

Türkiye ise, İslam dünyasının en gelişkin ülkesi ve bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın bakiyesi ve varisi olduğu için, bu projeye öncülük edebilecek tek ülkedir. Eksik olan, bu perspektife sahip bir tarihsel ve siyasal iddiaya sahip iktidar, kültürel bakış ve önderliktir. İşte AKP iktidarı, bu tarihsel ve kutsal amacı gerçekleştirebilecek siyasal odak ya da hareket olabilir. (Bkz. Ahmet Davutoğlu, Teoriden Pratiğe / Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul 2013)

Belki şaka gibi anlaşılabilir, ama tez tam olarak böyle. Devam edelim.

Durum böyle basit olunca, yanılgı da bir o kadar büyük oluyor. Şöyle özetlenebilir; Batının birikimi denildiğinde, İslamcılar bunu salt “teknik ve fen” olarak anlıyor. Onun kültür ile ilişkisini kopararak ele almaya çalışıyor. Oysa İslamcılar esas olarak Batı Uygarlığını, yani tekniği ve bilimi yaratan asıl gücün, onun seküler kültürü olduğunu göremiyor. Akıl ve bilim merkezli bir bilgi anlayışının bu uygarlığı yarattığını anlamıyor. İnanç/Tanrı merkezli bir bilgi anlayışında ısrar ederek, Batı Uygarlığını aşacağını sanıyor. Dahası, İslamcılar, Batı Uygarlığının kriz içinde olduğu şeklindeki temelsiz iddiayı da, akıl ve bilim merkezli bilgi anlayışını esas almasına bağlıyor. Aydınlanma devriminin yarattığı bilimsel düşünce yöntemi ve akılcılığın reddedilmesinin, İslam dünyasının günümüze kadar gelen uzayan ortaçağını yarattığını kavrayamıyor. Radikali ve ılımlısıyla siyasal İslam’ın açmazını da tam bu tutum oluşturuyor.

Din ve mezhep perspektifinden tarihi okuma ve toplumları/uygarlıkları anlama çabasının yol açtığı bu arıza, bütün bir siyasal ve kültürel mücadele anlayışı belirliyor. Oysa, “Batı Uygarlığı” denilen toplumsal-kültürel formasyon, esas olarak kilisenin, dolayısıyla dinin egemenliğinin yıkılmasıyla oluşan bir tarihsel kategoridir. Batı’nın Ortaçağı aşmasının temelinde, Hıristiyan şeriatını (Engizisyonu) yıkan bu aydınlanma hareketi yatar. Sanayi Devrimi bu temel üzerinde yükselir. Çünkü yeni gelişen sınıf olarak burjuvazinin din-tarım toplumlarını ve siyasal düzenini (feodalizm) yıkmadan iktidar olması ve kendi sistemini kurması mümkün değildir.

Eğer, tarihsel ve toplumsal ileri atılımı sağlayan Rönesans ve Reform hareketleri olmasaydı, dolayısıyla dinin egemenliği yıkılmasaydı günümüz Batı Uygarlığı da oluşamazdı. Her şeye din perspektifinden bakan İslamcılar, büyük bir yanılgıyla Batı’yı hâlâ Ortaçağ’da olduğu gibi bir Hristiyan Uygarlığı sanıyor. Temel yanılgıları da bu basit gerçek oluyor.

Bu nedenle, dünyada yüz kızartıcı bir iflas yaşayan İslamcılığın, Türkiye’de başarılı olması için hiçbir neden bulunmuyor. Olası bir başarısızlığın tek nedeninin ise, bizim beceriksizliğimiz olacağını bilmek gerekiyor.