Mayıs- Haziran 2013 Gezi Direnişi, Türkiye gericiliğinin neredeyse bütün tezlerini üzerine kurduğu tarih (ve toplum) hipotezlerini net şekilde yanlışladı. Cumhuriyet mitingleri ve Gezi-Haziran direnişi, Osmanlı-Türk aydınlanmasının toplumsal tabanının sanılandan çok daha büyük, yaygın ve kararlı olduğunu ortaya koymuştu. Cumhuriyetin kitle tabanı, İslamcı ve muhafazakar sağ çevrelerin sandıklarından çok daha geniş ve büyüktü.

AKP, merkez sağın çöktüğü bir tarihsel dönemeçte, çok özel koşulların bir araya gelmesinin yarattığı tarihsel bir fırsattan yararlanarak iktidara tırmanan, gerçekte son derece dar perspektifli ve tabanlı bir partiydi. Aynı AKP yönetimi bu çok özel konjonktürü (toplu durumu) abartarak, söz konusu kitlesel desteği toplumun kültürel dokusunda ve siyasal davranışında meydana gelen genel ve sürekli bir değişimin ürünü diye algılamıştı.

Oysa, Erdoğan-AKP yönetimi sıradan, muhafazakar ve ‘rejim içi’ bir merkez sağ partinin iktidarı değildi. Karşımızda, amaçlarını uzun süre “kutsal bir sır” gibi gizleyen, Tayyip Erdoğan’ın il başkanlığı sırasında yaptığımız bir görüşmede bana, “Muhammedi devrim stratejisi” olduğunu söylediği, takiyeye dayalı bir siyaset tarzıydı bu.

Özetle, her ne pahasına olursa olsun laik düzeni yıkmak ve yerine İslamcı bir rejim kurmak hedefine kilitlenmiş, cihadist bir kadro hareketiydi. Necip Fazılcı bu kadro, izledikleri iktidar stratejisinin bir gereği olarak yanlarına bazı geçici yol arkadaşları almışlardı, o kadar.

***

Diğer taraftan; AKP-Cemaat koalisyonu, liberal ve sol liberal çevreler ile bir dönem Kürt hareketinin desteğiyle, Cumhuriyetin –zaten bir kabuk halinde kalan- ilerici birikimini ve laik kurumlarını yıkmış, ve fakat yerine kendi rejimini kuramamıştı. Bu boşluk, arafta kalma durumu hala devam ediyor. Liberaller ve Cemaat ile yollarını ayıran bu kadronun, kendi rejimini kurmaya gücü, birikimi, bilgisi, görgüsü, entelektüel kapasitesi, müktesebatı ve arkasına aldığı tarihsel yığınak yetmemişti. Yetmesi mümkün de değildi. İslamcılar bu konuda açık bir başarısızlık yaşıyordu.

İslamcı hareket daha yolun başında büyük bir hata yapmıştı. Sürekli tekrarlanarak islamcı-muhafazakar çevrelerde genel bir kabule dönüştürülen, toplum ve tarih hipotezleri gerçek durumla ilişkili olmayan, dar anlamda ideolojik ve fantastik iddialar olmanın ötesine geçememişti. Dahası her biri yaşam tarafından yanlışlanıyordu.

Örneğin; İslamcı hareket, Türkiye’nin aydınlanma birikimini, devrimci ve cumhuriyetçi damarını hafife almıştı. Cumhuriyeti, bir avuç seçkinin rejimi diye değerlendirmişti. Tarihi arkasına almaya çalışırken, bu topraklardaki bin yıllık toplumsal ve siyasal serüvenin en önemli birikimini temsil eden Osmanlı-Türk aydınlanması (Jöntürk hareketi) ve Cumhuriyet döneminin kazanımlarını inkar etmiş, onları tarihsel birer kaza saymıştı.

***

İslamcı hareketin temel tarihsel-sosyolojik hipotezine göre; Aydınlanma ve modernleşme sürecinde devlet ve millet biribirine yabancılaşarak bir kopuş yaşadı. Bu yabancılaşma, devlet –ki kastedilen Cumhuriyet’ti- ve millet arasında bir kavga ve çatışmaya yol açtı. Çünkü, bu yaklaşıma göre, devlet (Cumhuriyet) milletin değerlerinden uzaklaşmış, millet kendi ülkesinde “parya” haline gelmişti. Milletin değerleri ise, hiç kuşkusuz sadece ve biricik İslam diniydi. İslamcı kadronun dinden anladığı şey ise, bir mezhebin dar ideolojik yorumuydu. Bu yorum; akılcılık ve bilimi reddeden Emevicilikten başka şey değildi. Hipotez kabaca böyle özetlenebilirdi.

Çözüm de beklendiği gibi, devlet ile milleti barıştırmaktı. Devletle milleti barıştırmak için yapılacak iş ise, ilk aşamada Cumhuriyet’in laik niteliklerini ortadan kaldırarak toplumun değerlerine yaklaştırmaktı. İkinci etapda ise milletin değerleri denilen İslamcılığı, devlete egemen hale getirmekti.

Oysa, ortada ne böyle bir yabancılaşma, ne de öyle bir kavga vardı. İslamcı hareket Ortaçağ değerler dünyasının parametreleriyle bugünün dünyasını, toplumunu ve siyaseti anlamaya ve düzenlemeye çalışıyordu. Devletin laik, aydınlanmacı ve akla dayalı yapısına itiraz eden ve onunla kavga halinde onlarlar millet değil, dar bir İslamcı kesimden ibaretti. Siyasal İslamcılar, kendi ideolojik çizgilerini, milletin değerleri ve talepleri diye sunuyorlardı.

Devleti ele geçirme sürecinde etkili toplumsal bir direnişle karşılaşmayan AKP, Cemaatle birlikte 200 yıllık tarihsel oyluma sahip aydınlanma sürecinde köklü bir kırılma yaratmayı başarmıştı. Çünkü, liberaller ve sol liberaller AKP-Cemaat ittifakına paha biçilmez bir destek vererek topumsal direniş refleksini kırmıştı. Böylece İslamcı hareket, Doğu’nun en büyük tarihsel atılımı olan, Fransız Devrimi’nin İslam dünyasındaki yorumu sayabileceğimiz 1908 Hürriyet Devrimi ve 1923 Cumhuriyeti’nin bütün ilerici kazanımları tasfiye etmeye yöneldi.

***

Bütün olmsuzluklara karşın, toplum siyasal İslamcı iktidara 2013 Gezi Direnişi’nden itibaren, bir önderlikten yoksun olsa da, kendiliğinden bilinci ve sezgileriyle direniyor. AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan hızla yalnızlaşıyor. İstanbul burjuvazisinin (Cumhuriyet sermayesi de diyebiliriz) başlangıçta uzlaştığı, başta emekçiler alayhindeki düzenlemeler olmak üzere, bütün ayıplı işlerini gördürdüğü AKP’yi, kendi dar islamcı programına yönelidikçe terk ettiği anlaşılıyor.

Küresel ölçekte de ABD ve Batı, AKP iktidarını gözden çıkarmış görünüyor. AKP liderliği ve iktidarı, öngörülemez ve iki yüzlü bulunuyor. Batılı emperyalist güç odakları, bütün kirli işlerini gördürdüğü islamcı kadronun, kendi dar islamcı programını uygulamak için hizadan çıktığını düşünüyor.

Devletteki dağılma ise, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, derinleşerek devam ediyor. Artık, bir “devlet aklı” da bulunmuyor. Çünkü, başta TSK olmak üzere, devletin sürekliliğini sağlayan kişilikli ve kimlikli bürokrasi bulunmuyor. Bu toprakların bin yıllık bürokratik geleneğinin de kırıldığı anlaşılıyor.

***

Özellikle12 Eylül 2010 Referandumu’ndan sonra devlete egemen olduğunu düşünen AKP, kendi dar İslamcı programını uygulamaya yöneldi. Bu siyaset, egemen sınıf ve güçler arasındaki ortak zeminlerin imha olmasına yol açtı. Ülke, İslamcı siyaset sınıfı, dinci entelijensiya ve yeni zenginleşen muhafazakar-yağmacı sermaye kesimlerinden oluşan oligarşinin eline geçti.

Parti liderliğinin dar ideolojik hedeflerinde ısrar etmesi, AKP’yi, egemen güçler arasındaki bir franksiyon örgütüne, dar bir klik/hizip partisine dönüştürdü. Toplumun yüzde 8 ile 12 arasındaki bir kesimini temsil eden bu dar kadro ülkeye el koydu. Sermaye biriktirme ihtiyacı ve hırsı, dizginsiz bir yağma düzeni yarattı. Dahası dincilik, yeni sermaye birikim modelinin en elverişli aracı haline geldi.

Ancak, AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamiklerde de son yıllarda çok hızlı bir değişim yaşandı. Uzunca bir süre emperyalizm, küresel sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisi için kullanışlı araç olarak işlev gören AKP, artık bu konumunu kaybetti.

Bu anlamda AKP, gerçekte tarihinin en güçsüz dönemini yaşıyor. Bu durum, Türkiye’nin bütün ilerici güçlerinin dikkate alması gereken ve “köprüden önceki son çıkış” değerinde bir fırsat yaratıyor.