Mehmet Metiner’in, Melih Gökçek’in “Fethullah Gülen’e FETÖ diyemezsin” paylaşımını sadece kendisinin bildiği bir gerçeği ortaya çıkarıyormuş gibi Ekrem İmamoğlu’na mal etmesi; Hayrettin Karaman’ın “İcraatı takdir edilen iktidarın” ahlaka, liyakata, adalete, hakkaniyete aykırı eylemlerinden şikâyet edenleri Doğrucu Davut diye alaya alması İslamcıların hiçbir konuda gerçeğe ihtiyaç duymadığının kanıtları olarak görebiliriz. Gerçekten olabildiğince uzak duran İslamcıların dini […]

Mehmet Metiner’in, Melih Gökçek’in “Fethullah Gülen’e FETÖ diyemezsin” paylaşımını sadece kendisinin bildiği bir gerçeği ortaya çıkarıyormuş gibi Ekrem İmamoğlu’na mal etmesi; Hayrettin Karaman’ın “İcraatı takdir edilen iktidarın” ahlaka, liyakata, adalete, hakkaniyete aykırı eylemlerinden şikâyet edenleri Doğrucu Davut diye alaya alması İslamcıların hiçbir konuda gerçeğe ihtiyaç duymadığının kanıtları olarak görebiliriz.

Gerçekten olabildiğince uzak duran İslamcıların dini araçsallaştırdığını belirten Tayfun Atay da George Orwell’ın “İktidarı doğrulukla birleştirmek olanaksızdır” sözündeki “iktidar” yerine “dinbaz” kavramını kullanarak dinlerle gerçeğin birlikte düşünülemeyeceğine işaret ediyor. Atay’ın “iktidar”-“dinbaz” ayrımı çok önemli…

“Dinbazlığı doğrulukla birleştirmek olanaksızdır” başlıklı yazısından (19.06.19, T24). Atay’ın “dinbaz” dediği İslamcıların iktidarı ele geçirdikleri oranda gerçekten uzaklaşıyor olmalarını anladığım için katkı mahiyetinde kendi tespitimi belirtmek isterim.

Bana göre İslamcılar gücü ele geçirdikleri oranda yalan söyleme gereksinimi duymuyor. Buna karşın gerçek olarak bilinmesini istediklerini dayatıyorlar. Çünkü yalan, hem inandırılması için çaba gerektiren hem bir gün bir şekilde ortaya çıkma durumu olan geçici bir yöntem. Kendi hakikatinizi üretebiliyorsanız yalana başvurmaya ne gerek var ki! (Bu noktada, 31 Mart Yerel Seçim mitinglerinin birinde Erdoğan’ın “Komünistler köprüleri satmak istedi ancak rahmetli Özal sattırmadı” demesini anımsayın).

İslamcıların yalana yeni bir boyut getirdiğini, artık toplumu klasik anlamda aldatma, yanıltma yoluna gitmeyip hile ile amaçlanan algıyı zorla benimsetmeye çalıştıklarını görüyoruz. Alt başlığı “Din, Ahlak ve Eğitim” olan geçen ay çıkan “Piyasa Ahlakı” kitabımın bir bölümünü İslamcılar ve yalana ayırdım. Yazmadan önce yalan üzerine yaptığım okumalarda İslamcıların söylediği “yalan”ın, literatüre girmiş hiçbir yalana (dini yalan, siyasi yalan, modern yalan, postmodern yalan, iktisadi yalan) uymadığını, kuşku yaratma gereği duymadan kişileri, yeri, zamanını, sebebi, sonucu gibi olay ve olguların tüm unsurlarını değiştiren “hakikat karşıtlığı” olarak kavramsallaştırılan (anti-truth) yöntemi kullandıklarını gördüm.

Gerçeğin ortaya çıkması gerçeğin peşine düşenlerin durdurulmasını gerektirir. İktidar değilseniz bunu suikastle (Uğur Mumcuları anımsayın), iktidarsanız devlet eliyle yaparsınız. Konuyu kitaptan bir alıntıyla kapatayım: “Ticaretin, siyasetin ve dinlerin, insan aklının kabullenmesini zorlayacak ölçüde sık ve fütursuz bir şekilde yalana başvurması, öte yandan gerçeği işaret eden hakikat cephesinin susturulamaması yalanın teminatı olarak devletin kullanılmasını zorunlu kılar. Bu noktada yalan, devlet politikasına dönüşür. Toplum, devlet yalanını kendi yararına sonuçlar verdiği ölçüde makul karşılar. Beklentisini karşılayamadığında ise yalanın teminatı olan devlet inanırlığını yitirir. Bu noktada kaçınılmaz olarak devlet, yalanı hakikat diye kabullendirmek üzere şiddet kullanma yoluna gider. Devlet, yalanına gerekçe göstermek zorunda değildir; çünkü devlet diliyle söylenmiş yalan, inanmayanın bedelini ödeyeceği hakikat demektir. Devletin devreye girdiği, insanların birbirine olan güveninin sarsıldığı, gerçeği işaret edenlerin susturulduğu anda yalan ve yalanın yöntemlerinden biri olan hileye başvurma da gereksizleşir.” (Piyasa Ahlakı, Sobil, 2019).