İktidar partisinin ulusal gün ve bayramları bilinçli bir şekilde önemsizleştirip itibarsızlaştırma çabasının en önemli sonucu bu günlerde yapılan anma ve kutlamaların devlet merkezli olmaktan çıkması ve halk tarafından sahiplenilmesi oldu. Artık stadyumlara, çelenk bırakma törenlerine, devlet protokolüne sıkışmış günler ve bayramlar yok, sokakta, şenlik havasında, cumhuriyet kavramına daha uygun anmalar, kutlamalar var, iyidir.

İyidir, olumludur ama işin bir de diğer yanı var. O diğer yan ise bu anma ve kutlamaların çoğu kez politik bir bilinçle gerçekleştirilmekten uzak oluşu ve bir tür romantizme ve nostaljiye hapsedilmiş olması, politik bir tutumu ortaya koymaktan ziyade, “şu kadar kişi bir araya gelip Atatürk yazdı” ya da “şu kadar metre uzunluğunda bayrak taşındı” örneklerinde olduğu gibi içerikten yoksun bir tür gösteri performansı sergilemeye dayanması.

Bunun gerisinde ise “hakikatten kaçış” ve buna bağlı bir apolitizm var. İmam-hatipleştirme nedeniyle, mahallelerinde çocuklarını gönderecekleri normal okul kalmayan, bu gerici müfredata maruz kalmasınlar diye her türlü yolu deneyen insanlar, daha geçen hafta müftü nikâhı yasalaşmamış ve Medeni Kanun fiilen ilga edilmemişçesine, “Cumhuriyet dimdik ayakta” gibi bir fanteziyi dillendirebiliyor, hiçbir şey yokmuşçasına, sanki ülkede fiili bir şeriat rejimi yürürlükte değilmişçesine davranabiliyorlar.
Velhasıl, Cumhuriyet Bayramı’nda ya da ulusal günlerde romantizm var, nostalji var ama politika yok, gelişmiş bir politik bilinç yok, çünkü bu kitlelere bir doğrultu, bir yön çizebilecek, politize edebilecek bir örgütlülük ve politik önderlik yok.
İşte iktidar partisi tam olarak bu politik bilinç zayıflığına ve politik önderlik yoksunluğuna güvendiği için bu kadar rahat, bu zayıflık ve yokluk nedeniyle yandaş medyada “Erdoğan Atatürkçü seçmene yönelecek, AKP Atatürkçülük yapacak” yazıları böylesine rahat ve pervasızca yazılabiliyor, iktidar böyle politik manevralara kolaylıkla girişebiliyor.

Hayır, Erdoğan da AKP de, kendisine Atatürkçü diyen insanların politik bilincindeki zayıflığına ve politik önderlikten yoksunluğuna rağmen, akın akın sandığa gidip kendilerine oy vermeyeceğini biliyor, böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadığının onlar da farkında ve bu nedenle dert de, niyet de, iddia edildiğinin aksine doğrudan sandıkla ilgili değil, seçimler bunun bir çıktısı olabilir ancak.

Ne demek istiyoruz peki tam olarak? Anlatalım: Buradaki esas mesele, Atatürkçü, cumhuriyetçi kitlelerin sandığa gidip kendilerine oy vermesini sağlamak değil, bunun olmayacağını zaten biliyorlar. Mesele dışarıdan gelecek basınç arttıkça, örneğin Sarraf davası üzerinden hükümet daha çok sıkıştırıldıkça, ekonomik kriz derinleştikçe, Kürt sorununda güvenlikçi politikalar devam ettikçe ve birtakım askeri maceralara girişildikçe, Atatürkçü ve cumhuriyetçi kitlelerin tüm bunlar üzerinden yükselecek bir hoşnutsuzluk dalgasının merkezine yerleşmesini engellemeye çalışmak.

Yani toplumun en az yarısını oluşturan, çoğunluğu eğitimli ve büyük şehirlerle bu şehirlerin merkezlerinde yaşayan, dünyayı takip eden insanların sandığa gittiklerinde kendilerine oy verip vermemeleri değil esas mesele iktidar açısından. İçeride ve dışarıda sıkışma ivme kazandıkça, bu sıkışmanın iktidarın değil Türkiye’nin sorunu olduğuna, iktidara yönelik basıncın Türkiye’ye yönelik basınç olduğuna, meselenin bir kişinin ya da bir partinin meselesi değil tüm Türkiye’nin meselesi olduğuna bu kitleleri ikna etmek ve sesli ya da sessiz onaylarını almak, en azından tarafsız kalmalarını sağlamak.

Bugün ortada MHP ve BBP’nin, yani Türk milliyetçiliğinin iki partisinin de dâhil olduğu bir “Milliyetçi Cephe” koalisyonu var, buna Perinçek çizgisindeki ulusalcıları da ekleyebiliriz. Bu koalisyonun söylemi Türkiye’nin emperyalizmin saldırısı altında olduğu, dışarıdan ve içeriden Türkiye’nin parçalanmaya çalışıldığı, bu saldırı ve parçalanma sürecine karşı iktidarın yanında saf tutmanın milli bir görev anlamına geldiği üzerine kurulmuş durumda. Atatürkçüler ve cumhuriyetçiler ise hem koalisyonun hem de bu söylemin dışındalar evet ama yine de bu, örneğin 15 Temmuz sürecinin ya da El Bab operasyonunun ortaya koymuş olduğu gibi, bu söylemden etkilenmeyecekleri ve iktidara aktif bir destek sunmasalar da, pasif bir tutum almayı seçmeyecekleri ve bu anlamda iktidara bir kredi açmış olmayacakları anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla ortada doğrudan sandığa yansıması beklenen bir stratejiden ziyade, söz konusu kitleye yönelik bir pasifikasyon ve “tarafsızlaştırma” siyaseti bulunduğunu ve esas meselenin bu kitleyi politize olmaktan ve örneğin Gezi’deki gibi sokağa yönelmekten uzaklaştırmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için ise daha çok Atatürk vurgusuna, daha çok Cumhuriyet demeye, Cumhuriyet’in değerleriyle kavga etmekten kaçınmaya ihtiyaçları var, zaten yapmaya çalıştıkları şey de bu.
Peki bu mümkün mü? Bir yere kadar evet, apolitizm ve politik önderlik yoksunluğu bunu bir yere kadar olanaklı kılıyor ama yine de bunun sınırları var. Örneğin “diktatörlük” tartışması başladığında, iktidardakiler refleksif olarak CHP’ye dönüp “diktatör arayanlar geçmişlerine baksınlar” dediklerinde, insanlar kimin kastedildiğini gayet iyi biliyor, görüyorlar. Ya da dinselleşme politikalarının gündelik hayatları üzerindeki etkisini, özellikle çocukları ve eğitim sistemi üzerinden, doğrudan gözlemleyebiliyorlar.


Peki bu yeterli mi? Hayır. Bu kitle hızla politize olmadan, bu kitle bir politik program ve doğrultuda hareket etmeden, siyasetin sandıktan ibaret olduğu fikrinden vazgeçmeden, fiili şeriat rejiminden kendisinin de, ülkenin de kurtulması mümkün olmayacak. Tam da bu nedenle hem kendisine Atatürkçü diyenlerin hem de solun kitleselleşmesi ve toplumsallaşmasının öncelikli görev olduğuna inananların, bu politikleşme süreci üzerine düşünmeleri kaçınılmaz bir zorunluluk taşıyor.