Dolayısıyla İslâm ahlâkı, ferde karşı derin bir güvensizlik eşliğinde “şehvete/dürtülerine yenik düşen müminler” üzerinden kendisini tanımlar ve yaptırımlarını meşru kılar. Zaten nefs, cinsellik ve ahlâkın birbirlerini destekledikleri nokta, tam da burasıdır

İslâmcılar, cinsellik ve ötesi: Çamura düş, şehvete düşme!

Yavuz Çobanoğlu - Munzur Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

Bir süredir kadın ile erkek arasındaki cinsi münasebetler (cima) başta olmak üzere, cinsellikten cinsler arası ilişkilere kadar uzanan pek çok konuya dair İslâmcılar’ın tepki uyandıran açıklamalarına şahit olmaktayız. Bu açıklamalar bazı dönemlerde yoğunlaşmakla birlikte, aslında bu tarz söylemlerin evveliyatı uzun zaman öncesine dayanıyor ve ben kendimi bildim bileli türlü türevleriyle İslâmcılar, benzer görüşleri zaten her fırsatta dile getiriyorlar.


Fakat eskiden bir miktar “acaba ne denir?” kaygısı mevcuttu ve bu kaygının sonucu olarak az da olsa bir toparlanma görülebiliyordu. Dahası tepki verenler nezdinde, açıklamaları böyle sıcağı sıcağına duymak ve kitlesel infiale hızla katılmak da mümkün değildi. Aksine bu cinsiyetçi söylemleri bir biçimde okuyan, duyup da onaylayan sayısı (belki) yüksek olsa bile, onlar için de bu çıkışlara destek vermeye yarayan imkânlar yine çok sınırlıydı. Aynı açıklamaların günümüzdeki sahipleri ise, hem mevcut politik ortamı hem de kitle iletişim araçlarının sunduğu fırsatları arkalarına alarak, daha fütursuz ve artık daha cesurlar. Zira önceki muadillerine nazaran “kitlesel kabul gördüklerini” düşünerek daha da hadsizleşiyorlar.

Anımsatmak açısından bu açıklamalara birkaç örnek vermek gerekirse: Birisi “Annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor” derken; bir diğeri “kadın sesinin tahrik ettiğini” belirtiyor. Algıda seçicilik sonucu kot pantolona odaklanan bir başkası, üniversiteye giden kız öğrenciler için “kot pantolonuyla erkeklerin bakışı arasında kızın yürüyor, delikanlılar arkasına takılmışlar, arkasından gidiyorlar. Yavrunu cehenneme attın cehenneme!” şeklinde müminleri uyarırken; yine bir diğeri “Cinsel münasebet esnasında afedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın” buyuruyor. Son dönemlerin Yıldız’ı bir başkası da “Gıdayı şehveti azdırmayacak tarzda kullanmak. Baharatlı yiyecekler, aşırı et tüketimi, cinsel şehvete uyaracak gazlı –kahve gibi, çay gibi, kakaolu içecekler- bunlar şehvet uyandırıcı şeylerdir. Bunlara dikkat edeceğiz”; “Uyku çok önemli. Yatağa, yatar yatmaz gözünü kapatıp uyuyacak yorgunlukla ve vaktinde girmek gerekir. Yatakta geçirilen her boş dakika, şehvete doğru kaymış bir dakikadır ve yatağın şekli, yorgandan battaniyeye varıncaya kadar insanı, bilhassa erkeği gıdıklayan cinsel dürtüleri rahatsız eden bir yapıda olmamalıdır” ile “Yabancı bir erkekle kadının asansörde yalnız kalması neticesinde İslam’a göre ‘halvet’ şartlarının oluşacağı” yönünde açıklamalar yapıyor.
Örnekler çoğaltılabilse de kamuoyunun bir süreliğine yoğun ilgisine mazhar olan bu açıklamalarda, kimi zaman tarikat liderleri, bazen politikacılar veya kamu görevlileri, çoğu kez de ilahiyatçıların böylesi “orijinal” görüşlerini farklı ortamlarda ve herkesle paylaşmaktan hiçbir sıkıntı duymadıkları da dikkatlerden kaçmıyor. İnsan aklı ve mantığının bu görüşleri anlamada pek çok kez zorlandığı, hatta her işitildiğinde “bir insanın aklına böyle şeyler nasıl gelebilir?” sorusunun sıklıkla sorulduğu bu açıklamalar, esasen, İslâmcılar’ın cinsellik ve cinsiyetlere dair “ne gibi sorunları” olduğu üzerine düşünmemize de yol açıyor.

Anlamaya çalışma çabası
Yine de başlamadan söylemek gerekirse, böylesi görüş ya da açıklamaları “sapıklık”, “cinsel açlık” vb. tabirler çerçevesinde değerlendirmek, öfkeyle geçiştirmek, İslâmcılık adındaki bu siyasal düşünce dünyasında nelerin olup bittiğini, bu zihniyetin (örneğin, gece üzerimize örttüğümüz battaniye ile “tahrik olma” arasında) nasıl olup da bir ilişki kurduğunu anlama çabasından bizleri uzaklaştıracaktır. Öyle ki, eğer öncelikli derdiğimiz “bilimsellik” ise, burada doğru tavır konuya analitik yaklaşmak olmalıdır. Ne kadar saçma sapan ya da değersiz bulunsa, hatta öfkelenilse de “anlamaya çalışmak” bilimselliğin gerekliliğidir ve bu anlama çabası, asla kabul etme ya da sevimli göstermeyi içermez. Tersine herhangi bir olgu/vaka anlama çabasıyla karşılanmazsa, çözüm de üretilemez. Dolayısıyla anlama çabasının bir gerekliliği olarak öncelikle bu tarz söylemlerin hangi zihni kanallardan temellendiğine bakmak yararlı olacaktır.
Nitekim böylesi söylemleri besleyen, benzer açıklamalara dayanak olan temel referans noktalarından ilkinin, dinî bir ahlâk anlayışında gizlendiği söylenebilir. Zira İslâm dininin gündelik hayatta toplumsal kural ve normlarını sağlamlaştırmak amacını taşıyan İslâm ahlâkı, içeriği itibarıyla bu söylemleri destekler özelliklere sahiptir. Çünkü bu “ahlâk” şekli, kadın bedeni ve cinselliği başta olmak üzere, kadın ve kadına dair ne varsa ilgi alanına almıştır. Hatta erkeklerden bahsedildiği anlarda bile erkeğin “ahlâkı”, kadın üzerinden (namus, iffet vb.) tanımlanır. Öyle ki İslâm’ın cinsellik ile ilgili yasakları, aynı zamanda ahlâk kaideleri/normlarını da ifade ettiği için, burada bir değerler bütünü olarak ahlâk, uyulması gereken normları oluşturur, yasağa/buyruğa karşı gelenlerin toplumsal cezaları da farklı biçimlerde belirlenir.

Şehvete odaklanan bir “ahlâk” biçimi
Bununla birlikte şehveti önlemek adına İslâmî norm ve kurallar çerçevesinde ne kadar “ahlâklı”(/“terbiyeli”) olunursa o derecede de mevcut ilâhî düzenin farkına varılacak ve kişi aynı oranda var olduğunu düşündüğü ilâhî yasalara uyum sağlanmaya çalışacaktır. Lâkin bu düşünceden boy veren uyumun bir ucunun da toplumun huzur, emniyet ve asayişinden başlayıp nizamına kadar uzandığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Üstelik aynı “ahlâk”a göre şehvet ya da cinsellikle ilgili herhangi bir durumun doğrudan günah, dinsizlik, millî hissiyat yoksunluğu, kültür/gelenek düşmanlığı, anarşi, yozlaşma, inançsızlık veya “ahlâksızlık” gibi farklı nitelemelerle birlikte anıldığı da görülmektedir.
Diğer taraftan İslâm ahlâkı, tıpkı diğer dinî ahlâk biçimleri gibi, öncelikle nefs kontrolüne odaklanmıştır. Öyle ki bu kontrol biçimi, ferdi (İslâm’da “birey” yok) ilgilendiren ve insan doğasına ait yaşamsal içgüdüler ile yeme-içme, cinsellik gibi yaşamı devam ettirmeye yarayacak bedensel bütün ihtiyaçlara dair eylemlere sınırlamalar getirme üzerine kuruludur. Fakat nefs ile anlatılmak istenenin aslında, yeme-içme, öldürme tutkusu, zevk ve eğlenme, aşırılığa karşı direnç vb’lerinden daha fazla, cinsellik ile alâkalı durumları kapsadığı görülmektedir. Keza cinselliğe yenik düşecek nefs, listedeki diğer “yenilgilere” göre hem toplum, hem de ferd açısından düşünüldüğünde, daha “tehlikeli” kabul edilen bir pozisyona sahiptir. Tabi nefs’in cinsellikle örtüştürülmesi, kavramın temelindeki asıl kuşkuyu ve cinsel dürtülere her an meyletme potansiyeli olan ferde/mümine karşı duyulan güvensizliği de bizlere işaret eder.

Dolayısıyla İslâm ahlâkı, ferde karşı derin bir güvensizlik eşliğinde “şehvete/dürtülerine yenik düşen müminler” üzerinden kendisini tanımlar ve yaptırımlarını meşru kılar. Zaten nefs, cinsellik ve ahlâkın birbirlerini destekledikleri nokta, tam da burasıdır. Cinsel yaşam ve dürtüler, nefs’in yoldan çıkmasına neden olan şeytanîlik’ler ve günahlar’la dolu olabileceği için, kontrol edilmeli ve sınırlandırılmalıdır. Bu sınırlandırmalar da genelde, az yeme-içme, az uyuma ile tembellikten kaçınma ve cinsel dürtüleri dinin uygun gördüğü bir çerçeve içerisinde yaşama etrafında örgütlenmiştir. Burada beyan edilen amaç, tanrının emirlerini uygulamak ve onun öngördüğü sosyal düzenin yerine getirilmesi olsa da örtük amaç, iktidarın ve dinî otoritenin sürdürülmesi, emirlerin “tüm inananları kapsadığı” iddiası eşliğinde herkesin aslında tanrı katında “eşit” olduğunu fikrine güvenin sağlanmasıdır. Böylelikle alt sınıflardakilerin ellerindekine kanaat etmesi, rıza göstermesi ve olanlarla yetinmesi de devam ettirilebilir.

İşte bu sebeple, dinin meşru gördüğü ya da haram kıldığı cinselliğin bir biçimde “kontrol edilebilir” hâle gelebileceğine inanç, yukarıdaki söylem sahiplerinin hemen her fırsatta bu tarz açıklamaları yapmalarına neden olmaktadır. Dolayısıyla mevcut ferde güvensizlik, kadın ile erkek ilişkileri mevzubahis olduğunda (bir cinsel temas ihtimali söz konusu olmadığında dahi) zirvelere tırmanır. Çünkü türlü felaketlerin, depremin, hatta (tüm iktisat teorilerini yerle bir edecek biçimde) fakirliğin bile zinadan kaynaklandığına tartışmasız inanmışlar için bir yerlerde “zina yapıldığı” düşüncesi ya da ihtimali, başka hiçbir konuda olmadığı kadar İslâmcılar’ı rahatsız etmektedir. Böylelikle cinsellik ve şehvet kaynaklı “kötülükler”den korunarak toplumsal huzurun sağlanacağı fikri, kadınlar ile erkeklerin ortak kullandıkları mekânları ortadan kaldırma, yasaklama ve haram kılma ile sonuçlanır.

Fakat engellenmeye çalışılan şehvet duygusu her zaman karşı cinsten kaynaklanmaz. Keza İslâm’a göre “cinsel dürtü uyandırdığı” düşünülen şeyleri kapsayacak genişlikte bir “database” henüz icat edilmemiştir. Bazen iç gıdıkladığı düşünülen bir battaniye, bazen alkol dahi içermeyen gazlı bir içecek, bazı zamanlar bir film ya da fotoğraf, bir kot pantolon/tayt, bir şarkı veya kadın sesi, otobüste tesadüfen de olsa bir kadına sürtünme, zihin perdesine düşen bir görüntü, annemizin çıplak dizi vb. bile İslâmcı düşünce erbabı için “şehvete sürükleyenler” kategorisine alınabilir. Dolayısıyla bunların tümünden uzaklaşmak (nasıl başarılabilecekse artık?) haram’a bulaşmamak adına elzemdir. Tabi günümüz dünyası şartlarında buradaki asıl problem İslâmcı’nın bunu sadece çevresi için değil, başkalarının hayatlarını da içerisine alacak biçimde engellemeye çalışmasından kaynaklanmaktadır.

“Engelleme” kelime anlamı bakımından şık durmasa da buradaki sıkıntının imdadına başka bir kavram dağarcığı yetişir. Çünkü İslâm’da uyarmak ve ikaz (/tebliğ/İslâm’a davet), kime karşı olursa olsun zorunlu bir yükümlülüktür ve ölünceye kadar devam eder. Nitekim İslâmcılar (cinsellik ve şehvetle ilgili mevzular başta olmak kaydıyla) her konuda ve herkesi sürekli uyarmalarının meşruiyetini buradan alırlar ve bunun bir “görev” olduğu düşüncesiyle yaptıkları ikazlardan da hiçbir sıkıntı veya utanç duymazlar.

Dahası kadınların (hatta küçük kızların bile) cinsel obje haline getirilip kamusal hayattan dışlanarak eve kapatılma çabaları, karma eğitim karşıtlığı, kızlı-erkekli evler tartışmaları, flört, kadınsız tiyatro gösterisi, asansörde yalnız kalma üzerine beyanlar ve daha fazlasının temel çıkış noktası, yine türlü biçimleriyle birlikte birilerinin, bir yerlerde zinaya düşme ve harama bulaşma riskidir. Başkaları bile olsa, zina ve harama bulaşıldığında tanrı tarafından bir şekilde ve herkesin cezalandırılacağını peşinen kabul etmiş korku dolu İslâmcı tahayyül, başka hiçbir mevzudan duymadığı kadar derin bir mesuliyet duygusu eşliğinde, yaşanan ve yaşanacak tüm belaların sorumluluğunu öncelikle kendi üzerinde hissettiği için, bir cinsi münasebete olanak sağlayacak her ortama daha baştan engel olmaya çabalamaktadır. Bunun da biricik yolu, yine kadınlar ile erkeklerin mekânsal ayrımı ve şehvet/cinselliği çağrıştıracak her şeyden uzaklaşma zorunluluğudur.

Çözüm seküler bir ahlâkta
Bitirirken genel kabul gören bir hadisten bahsetmek yararlı olabilir. Zira bu metin, konu ettiğimiz meselenin birkaç meczubun bireysel çıkışları olmadığını, bu açıklama sahiplerinin kendilerini de aşan bir zihniyet biçiminden referans aldıklarını ispat açısından önemli olabilir: “Kadınlarla bir arada yalnız kalmaktan sakının. Allah-u Teala’ya yemin ederim ki, bir kişi bir kadınla yalnız kalınca, aralarına şeytan girer. Bir kimsenin çamurlu bir domuzla sıkışmış durumda olması, o kimse için kendine helal olmayan bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.”

Sonuç olarak ahlâkın içeriğinin bir din (duruma göre etnisite) tarafından doldurulması veya bunları içeren bir “ahlâkî” yaklaşım, tüketim çılgınlığıyla israfın bile ihtiyaca dönüştüğü günümüz dünyası karşısında, yenilgiye uğrayıp biçimsizleşmeye ve bozulmaya mahkumdur. Dahası, ayrımcı, fakir ve içeriksiz olduğu için de uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Nitekim Türkiye’de tüm sosyal sorunların altında yatan temel problemlerden biri de olay, durum, eylemler vb.’ne karşı verilen tepkileri toparlayacak ortak bir ahlâkî konsensüs yokluğu ve bunun neticesinde herkesin olan biteni kendi mutlak doğrularını yaşadığı, kendi ahlâk adacıkları üzerinden değerlendirmesi olarak tespit edilebilir.

Örneğin buna göre, herhangi bir İslâmcı için bu cinsiyetçi, ayrımcı ve fütursuz açıklamalarda bir problem bulunmamaktadır. Zira bazılarının “gerçek İslâm bu değil” karşı çıkışlarına rağmen, bu kişiler açıklamalarını inançlarının gerekliliği olan ahlâka göre yapmaktadırlar.

Dolayısıyla norm ve kurallar bütünü olan ahlâk, bugün yaşadığımız ülkenin temel çatışma noktasıdır ve daha da vahimi, bu durum artık “birlikte yaşama” adına sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Çözüm ise insan bireyciliği ve egoizminin bir inanç vasıtasıyla değil, güçlü bir ahlâkî merkez, yeni bir sosyal ahlâk aracılığıyla genel çıkarlara uygun hâle getirilmesinde yatmaktadır. Bu da ancak toplumda seküler bir ahlâk eğilimi ve eğitimiyle, yeni bir adalet duygusu ve kamu vicdaniyle mümkün olabilir.