Şimdilerde unutulmuş olsa da, Türkiye toplumunun laik kesimleri bütün bir 90’lı yılları “Türkiye İran olmayacak” sloganıyla geçirdi. İran devriminin henüz hafızalardaki yerini korumasından mıdır, Humeyni’nin kara sarığı ve cüppesini tamamlayan şeytani bakışlarından mıdır bilinmez, Türkiye’de siyasal İslam tehlikesinin sembolü uzun yıllar boyu hep İran oldu, şeriat deyince kafalarda hep İran ve Humeyni imgesi canlandı. Oysa İran Türkiye’ye de “devrim ihraç etmek” istemişse de bunun sınırları vardı; çünkü burada Şii değil Sünni İslam’dı söz konusu olan ve dolayısıyla da Türkiye İslamcılığı Sünniliğin üzerinde yükseliyordu. İşin ilginç tarafı cumhuriyetçi-laik kesimlerin en çok okuduğu isim olan Uğur Mumcu Rabıta’yı yazalı, Suudi Arabistan’la 12 Eylülcüler ve Diyanet arasındaki bağlantıyı göstereli çok olmuştu, oysa Suud hanedanıyla Erbakan ve Milli Görüş arasındaki ilişkiler açıktı, oysa Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye’deki uzantıları ülkede cirit atıyordu ve bunlara dair haberler gazetelerde sıkça yer alıyordu.

Türkiye İslamcılığının yüzünü döndüğü yerin İran değil başta Suud rejimi olmak üzere petrol şeyhlikleri olduğunu anlamak için bugünkü iktidarı beklemek gerekecekti. İçeride finansman açığını kapatmak için duyulan döviz ihtiyacı, dışarıda ise Suriye’yi beraberce yakıp yıkmada ortaklaşma, Arap sermayesinin ve Suud-Katar etkisinin Türkiye tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğunlaşmasıyla neticelendi. Bugün Suud-Katar sermayesi Türkiye pazarına büyük yatırımlarla gelirken, bunun karşılığında Soros’un “en iyi ihraç malzemeniz” dediği Türk askeri, Katar’a kurulan üsse konuşlandırılıyor, “Arap NATO’su kurulur da biz de bir yerinden dahil olur muyuz” hesabı yapılıyor, devletin İslamizasyonu kaçınılmaz olarak hem sermaye hem de asker üzerindeki etkisini gösteriyor.

Tüm bunları, son zamanlarda gündeme gelen bir tartışmaya girizgâh olsun diye yazdım, o tartışma ise iktidar partisinin İslamcı olup olmadığına ya da bir zamanlar öyle idiyse bile artık olmadığına dair takip etmiş olacağınız üzere. İslamcı-muhafazakâr cenahta yer alıp bir zamanlar iktidar partisini destekleyen daha sonra ise yollarını ayıran kalem erbabının iddiasına göre AKP artık İslamcı değil, kimilerine göre ise hiç İslamcı olmadı, olanca pragmatizmiyle İslamcılığı sadece kullandı, sonra da terk etti. Bu iddialara kanıt olarak sunulan argümanlar ise şöyle: Mavi Marmara dosyasının kapatılması, İsrail’le yakınlaşma, İhvan’la araya konulan mesafe, otoriterleşme, tek adam rejiminin kuruluşu, yolsuzluklar, zenginleşme, yozlaşma, ahlaki çürüme vesaire…

Söylenmesi gereken şeyi hemen söyleyelim: Kimilerinin iktidar partisinin İslamcı olmadığını ispatlamak için kullandığı tüm argümanlar, bilakis İslamcılığın nişanelerinin ta kendisidir ve İslamcılık, tam da “İslamcılık değil” denilen şeydir. İslamcılık diye bir öz tarif ederek o öze birtakım iyi hasletler atfetmek, sonra da o hasletlerin yokluğu ya da silikleşmesi üzerinden iktidar partisinin İslamcı olmadığını ispatlamaya çalışmak düpedüz düşünsel sahtekârlıktır, çünkü siyasal İslam ilkesizliğe varan bir pragmatizmin süreklileşmesinden, hiyerarşinin, tahakkümün, sömürünün üzerinin örtülmesinden, ikiyüzlü ve sahte bir ahlak anlayışının toplumsal ve siyasal yaşamın merkezine yerleştirilmesinden başka bir şey değildir.


Tüm bunlar bir yana, iktidarın İslamcı olup olmadığı “Hani şeriat mı geldi” sığlığında ele alınamaz. Bugün Türkiye’de inşa edilmekte olan rejimin adı konulmamış üst ilkesi İslam ve onun Sünni mezhebidir, hegemonya projesinin merkezinde İslam yer almaktadır, AKP popülizmi din üzerinden işlemekte, ideoloji din merkezli salgılanmaktadır. İktidar meşruiyetini dinsel bir söylemle tesis etmekte, siyasetin dili giderek daha fazla dinsel argümanlarla bezenmekte, toplumsal yaşam adım adım ve gayri resmi olarak dinsel kurallara dayalı olarak tanzim edilmektedir. İmam-hatiplerin sayısından tutun da tarikat ve cemaatlerin yükselişine, emekçilerin ehlileştirilmesi mekanizmalarından tutun da “sadaka devleti”nin nasıl toplumun kılcal damarlarına kadar girdiğine uzanan bir yelpazede İslamcılığın nasıl işlediğini görmek mümkündür.

Bugün iktidar İsrail’le yakınlaşıyor ve Müslüman Kardeşler’le arasına bir mesafe koyuyorsa, bunun nedeni sözünü ettiğimiz pragmatizm ve İhvancılığın sonunun geldiğinin anlaşılmasıdır, İslamcılıktan vazgeçiş değil.

İnanmayan, hemen Suud-Katar rejimiyle derinleşen ilişkilere bakabilir ya da şu an Suriye’nin İdlib şehrindeki cihatçılara verilen desteğe. Dolayısıyla hem içeride hem de dışarıda hâlâ rejimin izlediği siyasetin merkezinde din vardır, iktidar açık seçik bir şekilde İslamcıdır.

Bu noktada, “Ne olduklarının bir önemi var mı” diye sorulabilir ve bu soru “Evet, elbette ki var” diye yanıtlanmalıdır; çünkü siyasal mücadele karşınızdakini nasıl adlandırdığınızla, nasıl tarif ettiğinizle başlar, adlandırma vereceğiniz mücadeleyi belirler. İktidarın İslamcı olarak adlandırılması ve öyle tarif edilmesi, izlenecek siyasal stratejinin, başvurulacak söylemin, yapılacak eylemlerin de adlandırılması ve tarif edilmesi demektir dolayısıyla.