İslamcılık çökerken Ortadoğu

İLHAN UZGEL*

Müslüman coğrafyası son yüzyılın en derin ideolojik, siyasal, dinsel, sosyolojik ve stratejik krizini yaşıyor. Ortadoğu coğrafyasında Soğuk Savaş yılları içinde kurulmuş bir düzen vardı. Sınırların Sykes-Picot emperyalist anlaşmasıyla çizildiği, siyasal-toplumsal düzenin ise Batı tarafından ya empoze edildiği (Tunus, Mısır, Ürdün, kısmen Lübnan) ya da göz yumularak desteklendiği (Suudi Arabistan dahil Körfez emirlikleri) ve Batı karşıtı rejimlerinse (Libya, Suriye, Irak ve İran) baskı altına alındığı ama hepsinin ortak yönünün otoriterlik karşılığında toplumsal istikrarın önemsendiği sistemlerdi bunlar. Özellikle Arap milliyetçiliği ve Baasçı versiyonunda (buna İslam devrimi sonrası İran da dahil edilebilir) sosyal devlet anlayışının hakim olduğu bu düzen, demokrasi talep etmeme karşılığında devletçi ve otoriter düzenin devamı üzerine temellendirilmişti. Küreselleşme sürecinin de etkisiyle iletişimin vb imkanların artması, yoksullukla birleşince ve buna Batı’nın özellikle sivil toplum üzerinden sağladığı destek de eklenince daha kontrollü bir toplumsal dönüşümün önü açıldı. Arap Baharı olarak adlandırılan bu toplumsal altüst oluş, “ekmek karşılığı otoriterlik” üzerine dayalı rejimlerin her ikisini de sağlamakta zorlaması üzerine daha maksimalist olan “ekmek ve demokrasi”yi birlikte talep etme aşamasının sonucu olarak ortaya çıktı. Bu yeni siyasetin taşıyıcısı da, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, liberal kesimlerin desteğini alarak, demokratikleşecekleri beklentisi yaratan örgütlü İslamcı hareketler olacaktı.
İşte bu noktada AKP’nin rolü kritikti. AKP kendi dönüşümünü bölgedeki Müslüman hareketlerin en örgütlüsü olan Müslüman Kardeşlere aktaracak, yol gösterici olacaktı. ABD ile ilişkilerdeki “model ortaklık” tanımı doğrudan bunu ifade etmek üzere geliştirilmişti. Yani AKP’nin bir yandan ABD’ye ortak olurken, bölgedeki İslamcı hareketlere “model” olması bekleniyordu. Bu rolünü aslında 2011’e kadar sürdürmeye devam etti.

Ne var ki, bir yanda Libya’da iç çatışmanın başlaması, bir yandan Mısır’da Mursi iktidarının otoriterleşmesi ve IMF ile anlaşmaya yanaşmaması, Sedat döneminde silahsızlandırılmış olan Sina’ya asker sokması, Suriye’de Rusya ve İran’ın, Esad rejimini ayakta tutmak için aşırı direnç göstermesi ve tabii Erdoğan-Davutoğlu-Fidan üçlüsünün, Yeni Türkiye’yle beraber, Yeni Ortadoğu’yu da kurma, şekillendirme hevesine kapılması bu dönüşümün sonunu getirdi.

Batı yanlısı ve Batı karşıtı otoriter rejimlerin bazen ayaklanma (Tunus, Mısır, Yemen) bazen Batı müdahalesiyle (Libya) dönüştürülmesi aslında yeni bir özgürlük alanının açılmasından çok eskiyen ve kendisini tüketmiş, halkı yönetme yeteneğini kaybetmiş rejimlerin yıkılarak, neoliberal küreselleşmeye, Türkiye’de AKP örneğinde olduğu gibi daha taze güçler olan İslamcı hareketlerin ılımlaşarak eklemlenmesi siyasetinin ana gövdesi olacaktı. Yani, bağımlılık ilişkisi otoriter devletler üzerinden değil, toplumsal tabanı olan ve meşruiyet sorunu çekmeyen Batıyla uzlaşmış İslamcı iktidarlar üzerinden yeniden tesis edilecekti.

Şu an ortaya çıkan kriz bu projenin gerçekleşememesi ama yerine ne Batı’dan ne de bölgeden herhangi bir alternatif projenin, önerinin gelmemesinden kaynaklanıyor. Mısır, hem hacim olarak istikrarsızlığının yaratacağı sorunlarla başa çıkmak mümkün olmayacağı, hem de İsrail’e komşu olduğu için, tekrar en kolay, en bildik yöntemle yani darbeyle Batı yörüngesine oturtuldu.

Türkiye krizin neresinde?
AKP bütün bu dönüşüm sürecinin en kritik aktörlerinde biriydi. Ama iç politika ile dış politikanın mantığını karıştırarak ve kendi yarattığı hayal dünyasından çıkamayarak bu krizin derinleşmesine en çok katkı sağlayan aktör oldu. Öncelikle, buradan ve dışarıdan bakıldığında çok net görünen bir oyun oynamak istedi. Batı ile ilişkisinde model rolü oynarken, Türkiye içinde ve bölgede liderlik hevesini hem söylem olarak sıkça dillendirdi, hem de siyasetini bunun üzerine kurmaya çalıştı. Erdoğan Batı’yla temasında Müslüman gruplara demokrasiyi anlatacağız derken, Mısır’da, Libya’da meydanlarda, Ortadoğu siyasetinin en ucuz yöntemine başvurup Filistin sorunu üzerinden liderlik nutukları atıyordu. Nasıl İslamcılar Tunus ve Mısır’da Arap Baharını seküler, kentli orta sınıfın elinden çalmaya çalışmışlarsa, AKP de Arap Baharını Batı’nın elinden çalmaya çalıştı. Kendisini Ortadoğu’da Müslümanların umudu olarak sundu. Öyle ya, Ortadoğu siyaseti, Osmanlı’nın yıkılışından bu yana ilk kez bir imkan sunmuş, Davutoğlu’nun çok sevdiği ifadeyle “tarih kendi yatığını bulmuştu.” Kapanan yalnızca Türkiye’nin parantezi değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun da paranteziydi.
Bütün bu çatışma dinamiği içinde gözden kaçan nokta, Arap milliyetçiliğinin çöktüğü ve tasfiye edildiği, solun yeterince güçlenemediği Ortadoğu siyasetinde tarihsel olarak tabanı bulunan ve en yaygın, en örgütlü ideoloji olan İslamcılık’ın tükenişi oldu. AKP içeride pompaladığı tüketim kültürü, kendi zenginlerini yaratma ve otoriterleşme, dışarıda ise erken kapıldığı başarısızlığa uğramış emperyal heveslerle İslamcılığın sonunu getirdi. Radikal İslamcılığın tükenişini ise bunu neredeyse hergün postmodern şiddeti gözümüze sokan IŞİD temsil etti.

Eski soruna yeni çözüm gerek
Bu şiddet sarmalı içinde en rahatsız edici sorun ise içinde bulunduğumuz bölgenin yaşadığı bu krize buradan bir cevap üretilememesi. Sykes-Picot’dan yüz yıl sonra, 19. Yüzyıl jeopolitiğinde olduğu gibi yine bölgenin kaderi Cenevre ve Viyana’da belirleniyor, Ortadoğu yine bölge dışı aktörler arasındaki pazarlığın bir nesnesi oluyor. Yüzyıl önce İngiliz Sykes ve Fransız Picot gizli toplantıda oturup gizli harita çizdiler, yüzyıl sonra ABD ve Rusya gizli olmayan zirvelerde gizli şekilde bölgenin kaderini belirliyorlar. Bu noktada AKP yönetimindeki Türkiye’nin, örneğin bölge ülkeleriyle birlikte varolan genel krize ve çatışmaya bir çözüm önerisi getirme yerine, İran ile bölgesel rekabete girerek Esad rejimini devirmeye kitlenmesi şiddetin boyutunu derinleştirmekten başka katkı sağlamıyor.

Bölge dışı, bölgesel aktörlerin kendi jeopolitik gündemlerine kapılıp bölge halklarının hem varoluşunu hem de iradesini yok etmeye yönelik bu girişime direnişin bölge halklarından gelmesi gerekiyor. Varolan hakim bölge siyasetinin şu an Ortadoğu’da yaşanan soruna bir çözüm getirmesinin mümkün olmadığı çoktan anlaşılmış durumda. Yukarıdan, dışarıdan, masa başında bölge siyasetinin yeniden dizayn edilmesinin pazarlıklarının yapıldığı bir dönüm noktasındayız. Tekil saldırıların nedenlerine, güvenlik zaafiyetlerine yoğunlaşmak yerine, bu krizin ana dinamiklerine yönelmeye ihtiyacımız var. Bu noktada toplumsal güçlerin seslerini daha çok çıkarması, Ortadoğu siyaseti yeniden kurulurken bunun içeriden gerçekleşmesinin yollarının aranması gerek. Şu an Ortadoğu siyasetinin en çarpıcı yanı bir ideoloji yokluğu, siyaset üretememe durumudur. Yalnızca Sünni İslamcılık çökmekle kalmamış, aslında İran da ABD ile anlaşarak, orta vadede Batı’ya eklemlenmeyi tercih etmiştir. İslamcı siyasetin her veçhesinin çöktüğü bu ortamda seküler sol siyasetin kendi çözüm önerileriyle gelmesi için önemli bir imkan var ve bu imkan kullanılmalı.

*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi