Bugün, nasıl ki hukuki temelde kurulan holdingler varsa, hukuki temeli olmasa da İslami ekollere de holding demek yanlış olmayacaktır. Tıpkı diğer holdingler gibi bir kurum kültürleri, çalışma prensipleri, büyüme projeksiyonları var.

İslami holdingler de sosyolojik gerçeğimiz mi?

Ozan GÜNDOĞDU

İslamcılar, referanslarını 7’nci yüzyıla kadar geriye götürebilse de bu topraklarda İslamcı akımların tarihi çok yenidir. Osmanlı, zaten bir tarım imparatorluğu olduğu için, şerri hükümlere göre yönetilir, bir modern devlet bürokrasisine sahip olmadığı için, hukuka değil geleneklere yaslanırdı. Dolayısıyla, Yusuf Akçura’nın izinden giderek bu topraklardaki 3 tarz-ı siyasetten biri olarak İslamcılığı işaret edebilmemiz için 19’uncu yüzyılı beklemek gerekir.

Buna karşılık 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan hadiseler İslamcı yükselişe ket vurmuş ve 1923’te Cumhuriyet kurulmuş. Cumhuriyet döneminde Nurculuk ve Süleymancılık gibi akımlar ortaya çıkmış olsa da Nakşibendilik, Cumhuriyet’in ilk 30-40 yılında büyük yara almış. Milli Görüş geleneğinin ortaya çıkması içinse 1969 yılında Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kurulmasını bekleyeceğiz. MNP’nin kurulmasıyla birlikte İslamcılar, politika alanına doğrudan giriş yapmış olsalar da 70’li yılların önemli kısmında, hatta 80’ler ve 90’larda, Milli Görüş geleneğinin partileri bütün cemaat ve tarikatların rızasını alamamış. Örneğin, Nurcuların ana omurgası 70’li yıllar boyunca Demirel’in Adalet Partisi’ne destek vermişler. Nakşibendi Tarikatı’nın İskenderpaşa Cemaati, Esad Coşan zamanında yani 1980’lerde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’yle tartışmış ve desteğini çekmiş. 90’larda da tüm İslami ekollerin tek bir partiye oy verdiğini görmüyoruz.

Bu durum AKP’yle beraber değişiyor. Bugün, Süleymancılar dışında, İslamcılığın omurgasını oluşturan ekoller, Erdoğan’ın arkasında konumlanıyor. Erdoğan’ın politikalarına karşı olan halk kesimleri ise İslami ekollerin bu konumlanışından rahatsız oluyor. Tümüyle dünyevi olan siyaset tartışmasına, “Biz bu toprakların geleneğinde varız” iddiasıyla giren ve uhrevi olduğunu iddia eden İslami ekoller girince, bu ekoller de tılsımını kaybediyor.

Bu tuhaf durumu son olarak İsmailağa Cemaati’nin lideri, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesinden sonra gördük. Hemen hemen tüm sağ parti liderlerinin boy gösterdiği cenazeye, politik bağlamda tepki gösteren isimler, tuhaftır, din düşmanlığıyla etiketlendi. Hâlbuki mesele tümüyle politikti.

Politik itirazları, din düşmanlığı olarak etiketleme kurnazlığına, gazetecilerin bir kısmı da omuz verdi. İsmailağa’nın 150 yıldır İstanbul Fatih’te olduğu, bu toprakların sosyolojik bir gerçeği olduğu yazılıp çizildi. O halde, yeni olanı hatırlatmanın faydası var; İslami holdingler…

Bugün, nasıl ki hukuki temelde kurulan holdingler varsa, hukuki temeli olmasa da İslami ekollere de holding demek yanlış olmayacaktır. Tıpkı, diğer holdingler gibi bir kurum kültürleri, çalışma prensipleri, büyüme projeksiyonları var.

Nakşibendiliği genel olarak bir sermaye konfederasyonu olarak düşünebiliriz. TÜSİAD, MÜSİAD gibi… Bu konfederasyonları oluşturan holdingler de var. İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa, Menzil gibi… Mesela, Nakşibendi Tarikatı’nın Erenköy ekolü, kendi kontrolünde hepimizin bildiği bir zincir marketi ve bir katılım bankasını tutuyor. İrili ufaklı, onlarca şirket ise cabası. Aynı tarikatın, İskenderpaşa Ekolü, sağlık alanında zincir hastanelere sahip. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da bu ekolün üyesi. Yine sağlık alanında bir başka ekol Menzilciler. 1980’lerden sonra İslamcılaşan MHP’lilerin ilgisinin yoğun olduğu Menzilciler, diğer Nakşibendi ekollere göre daha radikal. Ama İsmailağa kadar mı? Tartışılır… İsmailağa Cemaati de büyük oranda KOBİ ölçeğinde çalışan irili ufaklı yüzlerce şirketi kontrol ediyor. Ancak bu kontrolün arka planında hukuki bir zemin bulunmadığı için bu ekollerin aslında birer holding olduğu reddediliyor.

Bu ekollerin hepsi, aynı zamanda Nakşibendi şemsiyesi altında faaliyet yürütüyor. Bu haliyle, Nakşibendilik, bir yandan tasavvuf faaliyetinin diğer yanda holding faaliyetinin adı olabiliyor. Üstelik bu holdingin siyasetle kurduğu ilişki sayesinde edindiği imtiyazlar da cabası… Fakat bu durumu eleştirmeye başladığınızda din düşmanlığıyla yaftalanabiliyorsunuz. Bu, kurnazlığın profesyonelce icrası değil de nedir?

İslamcı sermayeyi bir sorun alanı olarak ele alan araştırmacı Özgür Öztürk, Yordam Yayınları’ndan çıkan, İslamcılık, Neoliberalizm ve AKP adlı derleme kitapta, dört tip İslamcı sermaye tanımlıyor. İlk olarak tarikat ve cemaatlerin küçük veya orta ölçekli sermaye toplulukları karşımıza çıkıyor. Burada sermaye birikiminin en önemli avantajı mürşit, mürit ilişkisi. Cemaatin üyeleri, hem birer gönüllü müşteri hem gönüllü emekçi hem de gönüllü ortaklara dönüşebildiği için, böyle bir ağ içinde büyüyüp serpilmek kolay oluyor İslami holdingler için. Örneğin Uğur Mumcu’nun Rabıta yazı dizisi için söyleşi yaptığı Avrupa Milli Görüş Teşkilatları Genel Sekreteri Ali Yüksel, henüz 1980’li yıllarda Süleymancıların nasıl büyüdüğüne ilişkin şu ifadeleri kullanıyor:

“Bildiğim kadarıyla birbirine bağlı olan ve bir talimat ile hareket eden insanlar. Bir tanesi, mesela belli bir konuda bir ticarethane açtığı vakit, hepsi gider ondan alır. Mutlaka, onda yoksa da onun tavsiye edeceği başka birisinden… Yani yine kendilerinden alırlar.”

İkinci olarak, bir tarikata ait olmamakla birlikte, aynı ilişki ağından beslenen İslamcı veya muhafazakâr firmalardan bahsedilebilir. 1980’li yıllardan itibaren başlayan ihracata dayalı büyüme modeliyle birlikte serpilen, özellikle tekstil ve inşaat sektöründeki KOBİ’lerden oluşan bu grup emek yoğun ve baskıcı bir çalışma düzeni içinde büyürler. Kayseri, Konya, Antep, Denizli gibi Anadolu’nun görece sanayileşmiş kentlerinde kümelenen KOBİ ölçeğindeki bu işletmeler işçi-patron ilişkisinin kurumsal olmadığı aile şirketlerinden oluşuyor.

Üçüncü olarak çok sayıda ortağı ve çeşitlenmiş iş portföyleri olan sermaye gruplarından bahsedilebilir. Yimpaş, Kombassan, JetPA, ittifak gibi büyümek için dini ilişkilere yaslanan bu grubun adları sıklıkla dolandırıcılıkla anıldığı için hafızalardaki yeri oldukça olumsuz. 1980’li ve 90’lı yıllarda özellikle Avrupa’daki gurbetçi Türklerden topladıkları paralarla arkalarında yüzbinlerce mağdur bırakan bu şirketler, 2000’li yıllarda iktidar ilişkileri sayesinde yakayı kurtardılar.
Bir de bu üç grubun dışında daha profesyonel ve daha az dinsel olan büyük sermaye grupları bulunuyor. Bu gruplardan Ülker veya Kale gibi bazıları 1980’den önce de Türkiye’nin büyük iş dünyasının parçasıydı. Ancak birçoğu 1980’den sonra büyüdüler. Çalık, Albayrak, Boydak gibi holdingler 1980’den sonra büyüyen bu grupta sayılabilir. Genel olarak bahsi geçen bu dördüncü grubun İslamcı çevrelerle olduğu kadar TÜSİAD grubuyla da bağlantıları olduğu açık.

Marshall Berman’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabı gelenekle modernlik arasındaki geçişte kapitalizmin rolünü anlatır. Sosyolojik gerçeklik olarak kodladığımız pek katı şey, modernliğin inşasıyla beraber buharlaşır. Türkiye’de de benzer bir tablo söz konusu.

Tarikatlar, cemaatler bu toprakların yüzlerce yıllık birikimi olabilir. Fakat kapitalizmin derinleşmesi, bu birikimi tümüyle buharlaştırdı. Feodal Çağ’ın anlamlı kurumları, kapitalizme entegre olunca dünyevileşti ve tılsımını kaybetti. Bugün ise yenilmeye yüz tutmuş bir lidere kaderlerini emanet etmiş görünüyorlar.