Duvar gibi dağlar, içinden geçen ve hep öfkeyle akan ırmaklar, ırmakları besleyen sayıya gelmez hırçın dereler, yanmış ağaçlar, sararmış yapraklar, yapayalnız ve hep dayanışma halinde otlar, kana doymuş bir toprak.
Bu dağların, o ırmakların, derelerin, ağaçların, yaprakların, ayakaltında çiğnenen sessiz otların, şu toprakların ağıdı yakıldı. Bitmeyen kış gecelerinde, erkek ya da kadın insanların diliyle masala döndü. Uzun ve kısa hikâyesi yazıldı. Resmi veya asi romanın kâğıtlarına döküldü, ayrı ayrı ve hepsice. Dağ roman, ırmak masal, ot şarkı, yaprak yazı, toprak deyiş oldu.
Dağın, ırmağın, taşın, toprağın dili düşüncelerle dile geldi, düşüncelerin diliyse sadece sözler değildi. Sözden de evveli ses vardı. Bir de renklerdir, alı al, moru mor, kırmızısı kızıldır. Kendi dünyasını insan, sesle, yazıyla, renkle, çizikle, tuvalle söyledi. Ama resim bakanın, değil görenin işidir.

İsmet Akagündüz ne zaman baktı ama bir de gördü, ne zaman kara kalemle, ince uzun yüz çizgileriyle bir kokımı çizdi, ilk kez tuvali ne zaman tanıdı, boyayı tuvalde ustaca nasıl çevirdi, ilk resmini kim satın aldı, bu ilk satın alma onun tutkusunu, zevkini ve motivasyonunu nasıl etkiledi, resim yapmaktaki ustalığı yerini nasıl oldu da bir sonsuz doyumsuzluğa bıraktı, daha iyi, daha gerçek, çok daha beğenilen resimleri hangi zamanlar yaptı, bilmiyorum, merak etmedim.
Dağın rüzgârını, ağacın inleyişini, kayanın üstüne yapışmış kanı, toprağın iç çekişlerini kaç yaşında gördü, duydu, hiç ilgilenmedim. İlk atölyesini ne zaman, nerede kurdu, aşkla başladığı resimden ekmek parasını çıkarmaya karar verdi mi, yoksa bu kendiliğinden mi oldu, sır gibidir. Ama bilirim, tapılan dağı, içinde yüzdüğümüz ırmağı, bembeyaz bulutu ve masmavi göğü bize getiren odur. Onun resimlerine baktığında tabiatın nasıl canlı, ne de insansı, aslında apaçık bitimsiz bir evren olduğunu görürsünüz.

Şehriniz neresi, bakkalınız, manavınız, eczaneniz, bankalarınız vardır mutlaka. Bir taşra kasabası iseniz demirci, yorgancı, fırın, arzuhalci, şemsiyeci, bir oyuncakçı bari yok mudur. Ama ressamlar en derin sanatçılar, en ince işçilerdir, İsmet Akagündüz benim kentimin göreni, gösterenidir. Bu iş ancak sanat sevgisiyle yapılır, aşkla ve inançla. Akagündüz’ün yağlı boya tabloları inanılmazdır, bu çizgiler, bu allar, bu morlar, bu renkler nasıl yapılır, inanamazsınız.
Bu sevginin, aşkın, tutkunun, ihtirasın adsız ama büyük sanatçısına şimdi sorsak, dünyanın ahvalini yap desek, acaba bize ne çizer. Dağları, ırmakları, toprağı, ağacı, kuşu, Ortadoğu’yu, Paris’i nasıl yapar. Alı, moru, kırmızıyı, simsiyah karanlığı çizer mi. Diyarbakır’da sokak ortasında kurşunlanmışı, yerde yatanı nasıl geçirir resme. Yakılan bir şehrin sanatı nasıl yapılır, Lazkiye’nin, Şam’ın, Musul’un, Halep’in, Cizre’nin, Sur’da ayakları kurşunlanan tarihi caminin, yanan ağacın, kuruyan dalın, düşen yaprağın kederi renklere nasıl dökülür.

Çocuk, genç, yaşlı, kurşuna dizilen, başı kesilen, havaya uçurulan insan kardeşin resmi yapılabilir mi. Ege’de boğulanın, kampta doğanın, tel örgüler altında uykuya dalanın sanatı olmaz ki. Müzik dolu bir geceyi yırtan, yöresinden pek de yabancı olmadığı kaleşnikof tüfeğin cayırtısını nasıl betimler Akagündüz. Gözlerine ölümün nefesi vuran, Suriye’deki, Irak’taki, Fransa’daki masumu nasıl canlandırır, eski kırık tuvalinde.

Yok, bu tablo çizilmez, hiçbir ressam bu kötülüğün, vahşi karanlığın sanatını yapamaz. Ne tuvalde, ne duvarda, ne atölyede, ne de derste. Bu karanlığın karşısında sanat susar, incelik, derinlik iflas eder bu barbarlık karşısında. Kan konuşunca çünkü, dil, ses, söz, renk hep birlikte susarmış.

ismet-akagunduz-95070-1.

İsmet Akagündüz benim kentimin göreni, gösterenidir. Bu iş ancak sanat sevgisiyle yapılır, aşkla ve inançla. Akagündüz’ün yağlı boya tabloları inanılmazdır.