Jimmy Burns’ün ‘Kızıllar’da anlattığı hikâyeler, İspanya örneği ışığında futbolun, bir oyunun ötesinde olduğunu gösteriyor bir kez daha. Burns, boğa güreşi ve futbol arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor.

İspanya’da futbol oyunun ötesinde

Serhan AYTEKİN

2008’de Avrupa şampiyonu, 2010’da dünya şampiyonu ve 2012’de yeniden Avrupa şampiyonu olan İspanya, millî takım düzeyinde rüya gibi bir dört yıl geçirmişti. Barcelona’nın, Real Madrid’in, Atletic Bilbao’nun, Sevilla’nın ve Atletico Madrid’in başını çektiği kulüpler İspanya’yı Avrupa futbolunda saygın bir noktaya getirmiş, Barcelona-Real Madrid rekabeti tüm dünyada izlenmişti. Fakat millî takımın hem Avrupa Şampiyonalarında hem de Dünya Kupalarında beklenen sıçramayı yapamaması İspanya futbolunda bir şeyleri eksik bırakıyordu. Hatta her büyük turnuva öncesi İspanya, favoriler arasında gösteriliyor ama sonuç hüsran oluyordu. Kulüpler ve millî takım arasındaki makas hayli açıktı.


2008-2012 dönemi, bu makasın hızla kapatıldığı dört yıldı. Barcelona ağırlıklı kadro, bu süre boyunca dünya futbolunu yönlendirmiş, izleyenleri kendisine hayran bırakmıştı. Genç futbol meraklıları, İspanya’daki futbol kültürünün geçmişini pek bilmeden bu dört yıla odaklanmıştı; Barcelona’yı, Real Madrid’i ve millî takımı büyülenerek izlemişti. Ancak bunun öncesi de vardı.

Spor gazetecisi Jimmy Burns, ‘Kızıllar’ başlıklı kitabında hem İspanya millî takımının hem de kulüplerin oluşturduğu futbol kültürüyle birlikte, İspanya’nın siyasi tarihini, sosyal ve ekonomik yapısını da ele alarak oyunun ülke için neden bu kadar önemli olduğunu anlatıyor.

‘BİR ERİTME POTASI’

İspanya tarihinde işgaller, keşifler, boğa güreşi, darbeler, sosyalist hareketler ve faşizm kadar önemli bir yere sahip futbol. Burns bunu tarif ederken “bireysel yetenek ve dehaların damga vurduğu, kolektif çabanın arada sırada öne çıktığı; kulüpleri uluslararası arenada başarıdan başarıya koşarken millî takımı başarısızlığa mahkûm bir ülke futbolu” diyor. Faşizmin simgesi Madrid’e karşı, solun ve sosyalizmin ete kemiğe büründüğü Bask bölgesi ve Katalonya’nın kalesi Barselona arasında gidip gelen siyasi tarihin futbolla derin bir bağlantısı bulunuyor İspanya’da. Takımlar ve taraftarlar ise bu rekabetin önemli unsurları.

Burns, kitabında bu nedenle salt futbola yoğunlaşmıyor; coğrafyadaki bu iç içe geçmişliği futbolu merkeze alarak aktarıyor. Burns’ün bu anlatımına son yılların etkin aktörleri Vicente del Bosque, Guardiola, Aragones, Messi, Xavi, Iniesta haricinde, Cruyff ve Di Stéfano gibi isimler ve daha niceleri dâhil oluyor.
Burns, İspanya futboluna damga vuran maçları ve oyuncuları anlatırken İspanyolların futbol tutkusunu, anlar ve anılarla bütünleyip bir hikâye anlatıyor: “Elinizdeki kitapta Avrupa’nın en fakir ülkelerinden birinin geçirdiği tüm siyasi buhranlara rağmen yıkılmayıp dünyanın en yetenekli sporcularından bazılarının yetiştiği bir eritme potası hâline gelişinin hikâyesi anlatılıyor.”

ispanya-da-futbol-oyunun-otesinde-950541-1.



BOĞADAN FUTBOLA

Burns, İspanya futbolunun “çıraklıktan ustalığa nasıl adım attığını”, siyaset-oyun-sosyoloji bağlamında ele alırken gazeteciliğini de konuşturuyor; insanlar, efsaneler ve tarihsel olaylar arasında bir yolculuğa çıkıyor. Hayal kırıklıklarını ve zirveye çıkışı anlatırken bir eşiğin bu süreci nasıl belirlediğini ortaya koyuyor: “İspanyol futbolu ile sömürgeleşme tarihi arasında karmaşık bir ilişki var. İspanyollar futbolu, madenlerini sömürmek için ülkeye gelen Britanyalı işletmeci ve mühendislerden öğrendiler ancak son dönemde roller tersine döndü: İspanya bugün, İngiltere de dâhil birçok ülkenin gıptayla baktığı bir futbol devi.

Millî takım ise dünyanın en güçlü ve popüler iki liginde -La Liga ve Premier Lig- top koşturan oyuncularla dolu.” İspanya futboluna ivme kazandıran şeyleri ve olayları; Barcelona-Real Madrid rekabeti, Kuzey-Güney çekişmesi, siyaset, oyuncular, stadyumlar, taraftarlar ve ekonomi diye sıralayan Burns, boğa güreşi ve futbol arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor: “1950’lerde matadorların kalitesi düşüp iyi futbolcular sahneye çıkınca futbol, kitlelerin sporu olarak boğa güreşinin yerini aldı. Muhafazakârlar, bunun İspanyol kültürünün materyalizm tarafından erozyona uğratıldığının bir işareti olduğunu öne sürüyordu. Yine de Boğa güreşi ve futbol arasında yapılan benzetmeler asla ortadan kaybolmadı. Matador-futbolcu analojilerinde karşımıza çıkan oyuncuların çoğu Real Madrid forması giyiyordu. ‘La Furia’nın en mükemmel sembolü olarak görülen Raúl, bu benzetmelerde kullanılan en büyük yıldızdı. Lineker’a Barcelona forması giyerken ‘El Matador’ denmesinin nedeni ise İngiliz oyuncunun fırsatçılığı, golü koklayabilmesiydi. Lineker tabii ki bir matador olmayı düşlememişti. Raúl ise hem bir matadora benziyor hem de attığı gollerden sonra yaptığı ‘pelerin’ kutlamasıyla aslında hayli yetenekli olduğunu da gösteriyordu.”
Burns’ün Kızıllar’da anlattığı hikâyeler, İspanya örneği ışığında futbolun, bir oyunun ötesinde olduğunu gösteriyor bir kez daha.