Bir önceki yazının ana fikri, işsizliğin değişen doğasına yönelik temel bir saptamayla ilgiliydi: Kapitalizmin neoliberal evresinde işsizlik ve istihdam iki ayrı durumu değil, bir sarmal gibi iç içe geçmiş tek bir deneyimi ifade eder. Oysa 20. Yüzyıl kapitalizminde ya çalışıyordun, yada işsizdin. O dönemlerde işsizlik belasıyla karşılaşmadan emekli olmak, istisna değil geneldi. Son 30-35 yıldır istihdam adım adım güvencesizleştikçe, işsizlik de genelleşmeye başladı. Bugünkü tablonun müsebbibi hiç kuşku yok ki, stratejisini neoliberalizmin çizdiği sermaye birikim rejimidir. Peki ya iktidarlar?

Bu sorun yanıtını Dr. Fatih Güngör’ün “Türkiye’de Kitlesel İşsizlik: Kamu-Özel Ortak Projesi mi?” başlıklı güncel çalışmasına referansla tartışmaya çalışacağım. Dr. Güngör “kronik” ve “yüksek oranlı” olarak nitelediği Türkiye işsizliğini, AKP iktidarının iki politika tercine odaklanarak tartışıyor. Bunlardan ilki çalışma saatleri, diğeri de kamu istihdamı ki bu iki politika alanı, özellikle pandemi koşullarında sınıflar mücadelesinin ön cephe hattına dönüşmüş durumdadır.

AKP, çalışma rejimini sermaye lehine düzenleyen yasal çerçeveyi henüz iktidarının baharında, 2003’de yürürlüğe koydu. 4857 sayılı İş Kanununun 17 yıllık tarihi bize şunu gösterdi: Güvencesiz istihdama ve uzun çalışma saatlerine yasal dayanak sağlarsanız, fiiliyatta yasanın özünde bulunan sınırlandırma işlevini sermaye lehine askıya almış olursunuz. Bu nitelikteki yasalar, düzenleyici çerçeveler olarak değil, açılan kapılar olarak işlev görür. Emek aleyhine 2003’de açılan o kapıdan fiili olarak nelerin geçtiği ve geçmekte olduğu, çalışma yaşamını yakından izleyenler bakımından sır değildir.

Örnek mi? Sözü edilen iş yasası ile AKP, haftalık 45 saatlik çalışma süresinin yasal üst sınırını 50,6 saate kadar genişletmişti. TÜİK’in 2018 tarihli mikro verilerinde titiz hesaplamalar yapan Dr. Güngör’e göre, 50,6 saati aşarak mevzuatın izin vermediği boyutlarda fazla mesai yaptırılan işçiler, toplam ücretlilerin % 25’ini geçmektedir. Şurası açık ki Türkiye kapitalizmi mutlak emek sömürüsüne abanarak yol almaktadır. Bu yönelim içinde katma değeri yüksek ürünlerin, kendilerine ancak politik gösteri sirkinde yer bulabilmesi de anlaşılır olmaktadır.

Çalışma saatleri ile işsizlik arasındaki ilişkiye gelince… Dr. Güngör’ün asıl çarpıcı bulguları bu ilişkiye dairdir. Hatırlarsanız Cumhurbaşkanı -nasıl unutulur ki- işveren örgütlerine çağrıda bulunmuştu, hesap her zamanki gibi basitti; her işveren bir işsizi istihdam etse, bir milyonu aşkın istihdam anında gerçekleşecekti. Gerçekleşmedi tabi. Memleket idaresi, -ne idaresi kaderi kaderi- uzun zamandır, ekonomiyi bakkal defteri, siyaseti poker masası tadında sürdürenlerin elinde maalesef. Oysa aynı devlet, sayıları bir milyonu aşan işverenleri, haftalık yasal çalışma süresi üst sınırını (50,6 saat) aşmamaları yönünde denetlese, ortaya çıkacak ilave istidam, 1 102 851 kişi olacaktı. Dr. Güngör hesaplamaları sürdürüyor… Peki, haftalık çalışma süresi 45 saatlik yasal sınırında kalsaydı? Bu durumda istihdama ilave katkı 2 275 816 işçi olacaktı.

Şimdi bir de pandemi var; hem işsizler ordusuna, bölük bölük yeni neferler katılıyor hem de başta sağlık hizmetini üretenler olmak üzere yaşamsal hizmet üreten emekçiler, yine yasal sınırlarının ötesinde çalışmaya zorlanıyorlar. Oysa haftalık yasal çalışma süresi 40 saatle sınırlandırılsa ortaya çıkacak ilave istihdam -2018 verileri ile- dört milyon sınırını aşıyor.

İşçi sınıfı 19. Yüzylın vahşi kapitalizm dönemine 16 saati bulan günlük çalışma süreleri ile girdi. 1860’larda İngiltere’de çalışma süresi günlük 10 saat ile sınırlanınca Marx bunu “burjuva ekonomi politiği karşısında işçi sınıfı ekonomi politiğinin bir zaferi “ olarak yorumladı. 20 yüzyılın başlarında, bugün 1 Mayıs anmalarına da gerekçe teşkil eden eylemlilikler neticesinde çalışma süresi 8 saat ile sınırlandı. Günlük çalışma süresinin 5-6 saat sınırlarına çekilmesi , sadece tarihin akışına uygun bir gelişme değil, aynı zamanda pandemi ile ortaya çıkan dev işsizlik sorununa bir çözüm olarak da görülmelidir.