İstanbul Sözleşmesi her ne kadar tam ve etkin şekilde uygulanmıyor ise de sözleşmenin bu haliyle dahi şiddetle mücadeleye katkısının olduğu bir gerçek. Örneğin, kadın dernekleri veya barolar, şiddete ilişkin ceza yargılamalarına hep İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak göstererek müdahil oldular ve verilen kararlara etki ettiler.

İstanbul Sözleşmesi yaşatır

Tuba Torun

Kadın hareketi uzunca bir süredir İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için çabalıyor ise de bundan yalnızca 1- 1-5 yıl öncesine kadar İstanbul Sözleşmesi’nin adını neredeyse kimse bilmiyordu. 2019 yerel seçimlerinin hemen akabinde gündeme getirilen ilk konu İstanbul Sözleşmesi’ydi. Saadet Partisi Konya Milletvekili Abdulkadir Karaduman, sözleşme için “İstanbul Sözleşmesi adı verilen ucube, adeta aile yapımızı çökertmek için kaleme alınmıştır” diyerek ilk çamuru attı. Sonrasında Sözleşme’ye yapılan saldırıların ardı arkası kesilmedi. Neticede bugünlere geldik ve sözleşme uzunca bir süredir gündemin 1. maddesi.

Şunu en başından belirtmek lazım; bir kısım insan sık sık İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarının siyasi iktidar tarafından gündem değiştirmek amacıyla ortaya atıldığını söylese de; aslında öyle değil. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışması, siyasi iktidarın esas gündemi. Bu konuya “gündem değiştirme aracı” demek, konunun kendisini fazlasıyla küçümsemek anlamına geliyor. Oysa, yaşam hakkı, küçümsenemeyecek kadar birincil öneme haiz bir konu.

Evet, İstanbul Sözleşmesi başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükleri koruyan bir yasa. Ne aileyle ne gelenekle ne de değerlerle hiçbir derdi yok. Üşenmeyin, açın okuyun; bir kelime aile karşıtı yahut sapkın bir ibare göremezsiniz. Adından da anlaşıldığı üzere (Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi) sözleşmenin tek derdi var; şiddetin önlenmesi. Sözleşmeyi “sapkın” olarak niteleyenlerin işaret ettiği ibare ise sözleşmenin 4. Maddesindeki “cinsel yönelim” ibaresi. Maddenin 3. fıkrası şöyle:

“Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”

Hükümden gayet net ve basit şekilde anlaşıldığı üzere; şiddete maruz bırakılanlar bakımından ayrımcılık yapma yasağı koyuyor. Kim olduğuna bakmaksızın, eğer şiddet mağduruysa imzacı devlet olarak yükümlülüğünüzü yerine getirin, sözleşmeyi uygulayın, diyor. Aynı ayrımcılık yasağı Anayasamızın 10. Maddesinde de var. Belki “cinsel yönelim” ibaresi yok ama mantık aynı. İnsan haklarının evrensel mantığının bir gereği bu çünkü. Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi’ne bu bahaneyle karşı çıkanların Anayasa’ya da karşı çıkması hatta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne ve diğer tüm insan haklarına ilişkin sözleşmelere de karşı çıkması gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlar açıkça ayrımcılık yapıyor, kendisini kadın ve erkekten ibaret atanmış cinsiyetlerle tanımlamayan ya da cinsiyetsiz olarak tanımlayan herkesin şiddete maruz bırakılmasını normal görüyor, hatta bu kişilere şiddet uygulanabileceği açık talimatını vermiş oluyor. Neticede, birileri istediği kadar insanlar kadın ve erkekten ibarettir desin, gerçek bu değil. Kendini atanmış cinsiyetlerle tanımlamayan milyonlarca insan var. Siz istediğiniz kadar ‘yok’ deyin, onlar varlar. Hal böyle iken, esas tartışılması gereken; tek derdi şiddeti önlemek olan bir sözleşmeye karşı çıkanların zihniyeti ve amaçlarıdır. Zira, hep dediğimiz gibi sözleşmeden çekilmeyi tartışmak dahi şiddeti meşrulaştırıyor ve şiddet faillerini cesaretlendiriyor. Tartışmanın tırmandığı temmuz ayında 36 kadının öldürülmesi ise bu durumun en açık ispatı.
Peki, Sözleşme yaşam hakkı başta olma üzere temel hak ve özgürlükleri nasıl koruyor?

Sözleşmenin en belirleyici özelliği şiddeti “toplumsal cinsiyet eşitsizliğine” dayalı olarak tanımlaması. Yani, şiddeti, bazı insanların toplumun kendisine yüklediği roller sebebiyle maruz bırakıldığı şiddet olarak tanımlar. Bu bakımdan, öncelikle şiddetin kökenine iner ve şiddet üreten zihniyetlerin dönüştürülmesini amaçlar. Bunu, sözleşmenin üzerine oturtulduğu dört ayak vasıtasıyla yapar: Önleme, koruma, soruşturma-kovuşturma ve bütüncül politikalarla hareket etme. Sözleşme, imzacı devletlere bu temel ilkeler çerçevesinde sorumluluklar yükler ve ‘uygula’ der. Örneğin; önleyici tedbirler çerçevesinde, toplumsal cinsiyet eşitliği dersini eğitimin her kademesinde zorunlu müfredata koymalısınız der. Böylece, insanların henüz çocukken şiddete karşı eğitilmesini amaçlar. Koruyucu tedbirler çerçevesinde, sığınma evlerinin yeterli sayıda açılması gerekliliğine vurgu yapar örneğin.

Soruşturma-kovuşturma bakımından; eğer ortada bir şiddet varsa, şiddet faili hakkında soruşturma başlatmalı ve gerekirse cezalandırmalısın, cezayı da namus, töre, haksız tahrik gibi gerekçelere dayanmadan en etkin şekilde uygulamalısın, der. Bütüncül politikalarla hareket etme ilkesi ise, şiddeti önlemek adına ülkedeki tüm boşlukları doldurmaktır bir nevi. Yani, imzacı devletin şiddeti önlemek için her türlü önlemi alması, politikalar üretmesi ve pratikte şiddete karşı bir duruş sergilemesi gerekliliğidir.

İstanbul Sözleşmesi, bağlayıcıdır. Anayasa’nın 90. Maddesi gereği; tüm uluslararası sözleşmeler kanun niteliğindedir ve uygulanmak zorundadır. Öyle ki; kanunlara nazaran -yerel yasalar ile uluslararası sözleşme arasında bir çelişki olması halinde uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınması sebebiyle- yaptırım gücü daha fazladır.

Peki, İstanbul Sözleşmesi uygulanıyor muydu?

istanbul-sozlesmesi-yasatir-766425-1.

Pek sayılmaz. Fakat konuşmamız gereken bu değil zaten. Konuşmamız gereken, sözleşmeyi en hızlı ve etkin şekilde nasıl hayata geçirebileceğimiz. Kadın örgütleri uzunca bir süredir zaten İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için yoğun çağrılar yapıyordu. Ayrıca, İstanbul Sözleşmesi’nin imzacı ülkelerde uygulanıp uygulanmadığını denetleyen bir Avrupa Konseyi mekanizması olan GREVIO 2018 yılında Türkiye raporunu yayımlamıştı. Raporda özetle “Türkiye’de şiddet bakımından tablo endişe verici” diyordu. Raporda, GREVIO’nun 65 önerisinde 47’si acil/hayati nitelikteydi. Trajikomik olan ise, imzacı ülkeler GREVIO’nun taslak raporuna genelde 5-10 sayfa cevaplar verirken Türkiye’nin 300 sayfalık cevapla savunmaya geçmiş olmasıydı. Hepimiz biliyoruz ki; hayat kurtaran, verilen devasa yanıtlar değil, sözleşmenin uygulanması.

İstanbul Sözleşmesi her ne kadar tam ve etkin şekilde uygulanmıyor ise de sözleşmenin bu haliyle dahi şiddetle mücadeleye katkısının olduğu bir gerçek. Örneğin, kadın dernekleri veya barolar, şiddete ilişkin ceza yargılamalarına hep İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak göstererek müdahil oldular ve verilen kararlara etki ettiler. Birçok koruyucu-önleyici tedbir bakımından da İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak gösterilerek kazanımlar sağlandı. Fakat yadsınamaz bir hakikat var ki; en önemli kazanım, İstanbul Sözleşmesi’nin içinden süzülerek iç hukuka uyarlanan, “can simidi” dediğimiz, kısaca “koruma yasası” diye adlandırdığımız, 6284 Sayılı Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun. Her ne kadar bu Yasa’ya da uzunca süredir saldırılar varsa da, bu Yasa, yüz binlerce kadının hayatını kurtardı ve kurtarmakta. Korkarız ki, İstanbul Sözleşmesi’nden sonra sıra 6284 Sayılı Yasa’da.

Peki, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi savunanların gerçek amacı ne?

Bu sözleşmeyi şeytanlaştıranların amacı, kadınların kazanılmış haklarına saldıran zihniyetle aynı; kadını ikincilleştirmek, depolitize etmek, kamusal yaşamdan ve istihdamdan soyutlayarak eve kapatmak, şiddete rağmen boşanmamasını/evlenmesini ve nihayetinde daha çok çocuk doğurmasını sağlamak. Çünkü siyasi iktidarın hem niceliğe bağlı iş potansiyeli hem de bekasının devamı adına oy potansiyeli için genç nüfusa ihtiyacı var. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı'nın 3 çocuk talimatı ile 2015 yılında TBMM’de kurulan “Boşanma Komisyonu”yla, bu Komisyon’un 2016 yılında yayınladığı rapor içeriğinde yer alan kadınların kazanılmış haklarına yönelik saldırı niteliğindeki bir dizi yasal düzenleme (süt izni yasası, “İsteseniz de istemeseniz de geçireceğiz” denilmek suretiyle bir gece yarısı geçirilen müftülük yasası, nafaka saldırıları, halkın ağır tepkisine rağmen vazgeçilemeyen istismar failine af teklifi, ‘Kadının Beyanı Esastır’ ilkesine yönelik saldırılar, getirilmek istenen aile arabuluculuğu düzenlemesi gibi) arasında açık bir bağ olduğu gibi, tüm bu bunlarla İstanbul Sözleşmesi arasında da doğrudan bir bağ var. Sözleşme, siyasi iktidarın yukarıda sayılan amaçlarına büyük bir engel teşkil ediyor; zira cinsiyet eşitliğini öneriyor, şiddete maruz bırakılan kadını korumaya alıyor, yapılmak istenen tüm sayılı önerileri yasaklıyor. Sözleşme; erkek egemen, kapitalist, ırkçı ve beyaz otoriter rejimlerin eşitlik fobisini su yüzüne çıkarıyor ve hali hazırda tüm dünyada yükselmekte olan erkeklik krizini tetikliyor. Sözleşmenin “suçu” büyük; toplumda kendilerine biçilen rol sebebiyle şiddete maruz bırakılan tüm bireylere bir nebze özgürlük, eşitlik ve adalet vadediyor!

Peki, sözleşmeden çıkılır mı? Çıkılırsa ne olur?

Yukarıda da belirttiğimiz üzere; yapmamız gereken şey sözleşmeden çekilme tartışmalarına derhal son verip, sözleşmenin bir an önce uygulanmasını sağlamak. İstanbul Sözleşmesi, bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Siyasi iktidarın 2011 yılında hevesle imzaladığı ve çokça gururlandığı bir sözleşme. Görünen o ki, hesap değişmiş, siyasi iktidarın gururla imzaladığı bu sözleşme şimdilerde onlar için “Batı’nın dayatması” olmuş. Avrupa Konseyi; insan hakları, çoğulcu temsiliyet, hukukun üstünlüğü gibi temel ilkeler üzerine inşa edilmiş bir yapı. Siz, ülke olarak, Avrupa Konseyi bünyesindeki bir uluslararası sözleşmeden durduk yere çıkıyorsanız eğer –üstelik de imzalayan aynı yönetim tarafından- artık bu ilkelerle hiçbir işiniz kalmadığını açıkça beyan ediyorsunuz demektir. Uluslararası arenada skandal olarak görüleceğini bile bile itibarsızlık bayrağı çekmektir.

Ayrıca belirtmek gerek; İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılabileceği iddiası da hukuka aykırı. Nitekim, Anayasa’nın 104. Maddesi, temel hakların cumhurbaşkanı kararnamesiyle düzenlenemeyeceğini belirtiyor. Bu durumda sözleşmeden ancak TBMM iradesiyle çıkılabilecek. Lakin, Meclis’teki sayısal çoğunluğuna güvenen siyasi iktidar nicedir, halkın iradesini dikkate almıyor.

İstanbul Sözleşmesi’nin anlamı, artık sıradan bir uluslararası sözleşme olmanın çok ötesinde. Muhafazakâr ve dindar kadınlar dahil, sözleşmenin tüm kadınlar tarafından topyekün sahiplenilmesi söz konusu. Çünkü şiddet tüm kadınların ve toplumda kendisine yüklenen rol sebebiyle ezilenlerin sorunu. İstanbul Sözleşmesi, artık tam anlamıyla bir “ölüm-kalım meselesi”. Ya şiddete her koşul ve şartta karşı çıkanlar kazanacak ya da şiddeti besleyen/körükleyen zihniyet baskın çıkacak. Umuyoruz ki; halkın talepleri göz ardı edilmez, umuyoruz ki demokrasi kazanır, insan hakları kazanır, yaşam kazanır. Çünkü artık herkesin öğrendiği üzere, İstanbul Sözleşmesi yaşatır.