“İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar?”

istanbul-u-sevmezse-gonul-aski-ne-anlar-746437-1.İstanbullu hassas gözlerimize rehber olan Ben Hopkins’in Hasret (Sehnsucht) isimli belgesel tadındaki bu filmi, bir yabancının İstanbul’u, milyonlarca İstanbulludan daha iyi çözümlediğini ve bu eşsiz şehrin ruhunu daha derinden kavradığını gösteriyor.

Farklı bir stili olan Hasret aslında ne tam belgesel ne de kurmaca. Üniversite hocam H. Michael Sanders, yönetmenin kişisel aydınlanma yaşadığı belli olan bu tür samimi filmler için docu-diary yani belgesel günlük derdi. Hasret, tam anlamıyla böyle bir belgesel işte. Çünkü filmin her karesinde yönetmen Ben Hopkins’in İstanbul’a karşı duyduğu aşka şahit olurken bir yandan yönetmenin aslında kendiyle ilgili de bir serüvene hatta iç yolculuğa çıktığını gözlemliyoruz.

O GÖZLER BANA ESKİSİNDEN YABANCI

Gezi’nin sokak köşelerinde zamana karşı hâlâ direnmekte olan duvar yazılarının izlerini sürüyoruz, Küçük Armutlu, Gazi Mahalleli gençleri dinliyoruz. Sonra gözümüz TOKİ’ye takılıyor kentsel dönüşümün şehrin dokusunun üzerinden nasıl hiddetle geçmiş olduğunu fark ediyoruz. İnşaatların kahverengisiyle yeşili nasıl ezdiğine şahit olurken ise içimiz sızlıyor. Engel olamadığımız tüm bu yıkımları görünce ‘‘Ben bu kıyametin bir parçası nasıl olabildim” diyerek kendimize içerliyoruz. Çaresizlik kaplıyor en asi, en huysuz, en duyarlı yanlarımızı. Hasret bir yandan tüm bunları yaparken, içimizi kaplayan bu yoğun pişmanlık duygusuyla şehrin esas sahipleri olan İstanbullu kedilere bakıyor ve sonrasında belki bir çare olur umuduyla şehrin ölüleriyle konuşuyoruz. Ama nafile İstanbul bize küsmüş bile. İşte o zaman filmin adına yakışır bir şekilde bir hasret çöküyor içimize. Bu kırgın kabulleniş içindeyken 1930’lardan gelen bir plak cızırtısı işitiyoruz ve Seyyan Hanım’ın tüyleri diken diken eden sesinden Hasret isimli Türk tangosu eşliğinde bu sefer kendi rızamızla kendimize küsüyoruz. Ve bu delici şarkı bitene kadar olduğumuz yerde kendi İstanbul’umuzla ilgili düşüncelere dalıyoruz.

SENİN İSTANBUL'UN HANGİSİ?

İşte Ben Hopkins’in İstanbul’u böyle. Ama bilirim ki herkesin İstanbul’u başkadır. “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor” diyen Sait Faik’in başka, Safa Önal ve Ayşe Şasa tarafından senaryosu yazılan Atıf Yılmaz filmi Ah Güzel İstanbul’daki başka, Turan Erol’un Gecekondu Tepe ve Nuri İyem’in Dansözler tablolarında başka, Voltaire’in insan yaratılışını arayan Candide’in son yolculuğunu yaptığı İstanbul ise bambaşka. Benim İstanbul’umda ise üzerimde Jim Morrison tişörtü ile Galata Köprüsü’ndeki Köprüaltı Kemancı’nın yanışını ağlayarak izlemek var. Benim İstanbul’umda Abdullah sokak, Gitanes, Sirena, Makarnacı, Sinecafe, Emek Sineması, Hayal Kahvesi var. Hepsi birer mekân ismi gibi gelebilir sizlere ama hayır bunlar sadece mekân değildi. Yıllar boyunca İstanbul’un kültürünü daha önemlisi yeraltı kültürünü besleyen, müdavimleri arasında kardeşlik içinde sınıfsız, güncel politikasız, varoluşsal bir birliktelik kurmamızı sağlayan alanlardı. Benim İstanbul’umda aynı içkiyi içip aynı rengi kustuğumuz, barış işaretli asker çantalarımızda Beyaz Zenciler, Öldürmeyeceksin, Şato, Duvar, Factotum kitapları ile gezdiğimiz İstiklal Caddesi var. Sipariş ettiğimiz kasetlerin geldiği gün bayram ederek gittiğimiz Bakırköy tren istasyonu var, oturup edebiyat, müzik tartıştığımız Kadiköy Akmar Pasajı var. Cebimizdeki parayı masaya koyup, aramızda eşit bölüşüp gittiğimiz Pentagram konseri var. Sizler de bu belgeseli izleyin ve bitince kendinize “Kendi İstanbul’unuz neydi?” diye sorun. Bu çok değerli bir soru, cevapları da değerli olacaktır.