Şiir anlatmaz, her şeyi anlatmaz. Ara’nın fotoğrafları da iyi şiirler gibi çok etkileyicidir ve yine iyi şiirlerin hep okunduğu gibi hep bakılan, hep okunan, boşlukları doldurulan, hatta yeniden yazılan resimlerdir

İstanbul’un şairi: Ara Güler

Kendisine şair dediğimi duysa, eminim kızardı. ‘Fotoğraf sanatçısı’ denilmesini istemeyen bir adam, şair denilmesini hiç istemez! Oysa şairlik sıfatı da tam onun sevdiği türden, yani ‘foto muhabiri’ demek gibi bir şey. Sözüyle şair olmak, özüyle şair olmak, gözüyle şair olmak, gönlüyle şair olmak. Hepsi bir arada da olabilir, yalnızca bir tanesiyle de şair olunabilir.

Ara Güler de en çok gözüyle şair. Tabii nasıl ve ne türden şair olunursa olunsun, her şeyden önce ve hep sabır gerekir. Sabır da zamanın şiiridir, şiir halidir. Ya sabır ya sabır! Ara Güler de doğrusu sabır ehlidir, ki bunca görmeye ne göz dayanır ne vakit! Bakmış, görmüş, beklemiş, çekmiş ve onları da ‘al gözüm seyreyle’ diyerek dünyayla paylaşmış.
Şair deyişimin bir nedeni de bu. Büyüklenmiyor, kendisini yaratıcı görmüyor, var olanın içinden seçiyor ve sunuyor. Üstelik bunu da abartmadan yapıyor. Şiir de öyle değil midir, sözcüklerle nesneleri, varlıkları yan yana getirip, bunları sözel ve görsel olarak sunmak! Çoğu kere de sözelde kalıp, okuyana düş payı bırakmak!

Ara Güler de ‘düş payı’nı ‘göz payı’ olarak bırakanlardan. Çoğu düş payını söz payı olarak bırakır, bazılarıysa göz payı olarak. ‘Sus payı’nınsa bu bahiste yeri yoktur! Bazı terziler payı geniş bırakırlar. Tüccar terziler değil elbet cömert terziler, terziliği de bir şiir biçimi olarak dünyaya armağan edenler. Eski terziler mi demeli? Ara Güler de bir terzi meşrebiyle çalışmış hep. Foto muhabirinin sabrı da ancak terzi sabrıyla ölçülebilir.

Siyah-beyaz fotoğraf bana resim sanatının bir ürünü olarak gelir, fotoğraftan çok. Siyah ve beyazla, yani esamesi okunmayan, renkten sayılmayan iki karşıtlıkla çizilen, boyanan bir resim. Cahit Irgat’ın siyah-beyaz sözcüklerle yazılmış da, sonuna bir gül eklenmiş şiirini hatırlatırım Ara Güler’in fotoğraflarına bakarken: “Çiçeklisi çiçeğini koklattı/bıçaklısı bıçağını sapladı/kayboldular meyhaneler içinde/kaldırımda gül ve bıçak/kardeş kardeş kaldılar.” Şiirin adı “Melodram”dır, çiçek beyaz güldür ama şiirin sonunda bir an kırmızıya dönüşür. Ara Güler’in fotoğrafları da çoğunlukla siyah-beyazdır ama hep renkli duygusu verir, rengarenk duygular uyandırır insanda.

Şiir anlatmaz, her şeyi anlatmaz. Ara’nın fotoğrafları da iyi şiirler gibi çok etkileyicidir ve yine iyi şiirlerin hep okunduğu gibi hep bakılan, hep okunan, boşlukları doldurulan, hatta yeniden yazılan resimlerdir. Fotoğrafla şiir buluşunca ortaya çıkan ve adına ancak siyahbeyaz resimler diyebileceğim yapıtlardır. Böyle olduğu için de Ara, klasik şair tavrı gösterip kıskançlık yapmaz, tam tersine mirası da, başlangıcı da kendisinin olduğu bir sanat yolunda çırak gibi çalışır, işte onun ‘foto muhabirliği’ dediği budur, yani bir nev’i çıraklık hali.

Dünya gözüyle çekmiştir, dünyayı çekmiştir ama yine de, en çok diyelim, İstanbul’un gözüdür, İstanbul’un fotoğrafçısı, bir ‘İstanbul Hatırası’dır. Cumhuriyet İstanbul’unu çekmiştir ama, ne ilginçtir ki, fotoğraflarındaki derinlik ve zamandışılık, büyük olasılıkla, siyahbeyazın uyandırdığı bu duygu, neredeyse Bizans’a kadar sürükler bakanları. ‘Derin İstanbul’un fotoğrafçısıdır.(Tabii ‘derin’ sözcüğünü son yıllarda başına gelen düzeysizlikler ve yüzeysizlikler bağlamında kullanmadığımızı zorunlu olarak ekleyelim!)

‘İstanbul ruhu’ ya da ‘İstanbul’un ruhu’nu yalnızca bir romanda, şiirde ya da filmde kavramak pek olası değildir, bir kesitin yansıması, bir dönemin yazısı olarak daha çok karşılaşırız. Oysa Ara’nın fotoğrafları belki de en çok İstanbul’a adanmış ruhlarıyla, eksiksiz bir İstanbul tablosu oluşturur. Bu tablodan yayılan ‘aura’ ise İstanbul’un ruhudur.

İstanbul’un ruhunun hangi zamanlardan başlayarak, nelerden oluştuğunu, nasıl değiştiğini ve aslında bu ruhun ne olduğunu tanımlamak olanaksız. Ama bir ruhu var ve bu İstanbul’u İstanbul yapan çelişkilerin oluşturduğu, onu zaman zaman özlenen, zaman zaman kaçılan ve imkansız bir aşkın öznesi kılan da, bu tam olarak neliğini kestiremediğimiz ruhu. Ele avuca sığmayan, tanıma gelmeyen, delişmen ve değişen bir ruh hali demek daha doğru belki İstanbul’un ruhu için.

Bundan ötürü de Yahya Kemal’in “sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dizesi eşliğinde şiirde ve edebiyatta bir gezintiye çıksak İstanbul’un ruhunun mimarları diyebileceğimiz pek çok şair ve yazara rastlarız. Şiirden başlayalım: Nedim, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Orhan Veli... Edebiyatla sürdürelim: Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Orhan Kemal, Selim İleri, Orhan Pamuk...

Ara Güler, andığımız bu adların yanı sıra anmayı unuttuğumuz yazarlar ve şairlerin yapıtlarını da fotoğraflamıştır sanki. Onun fotoğrafları şiir için de, öykü için de büyük ve sürekli esin kaynağıdır. Her birinden dizelere dökülse birer şiir, cümlelere dönüşse birer öykü çıkar. Başka bir şey daha çıkar, hemen tüm İstanbul şair ve yazarlarının birer parçasını oluşturduğu bu ruhun, nerdeyse eksiksiz, tam bir görüntüsü çıkar. Görünüşte siyahbeyaz, oysa her yazarın, şairin anlatımıyla daha da renklenen, bir şehrayine dönüşen metinler, şiirler, sanki Ara Güler’in fotoğraflarında bir araya gelir ve bütünlenirler.

Büyülerler. 1950’de çektiği Büyükada Rum Yetimhanesi fotoğrafında sanki demir parmaklıkların ardındaymış gibi tutsak gözlerle bakıyor çocuklar. 1965’te Eyüp’te çektiği su taşıyan küçük kızların fotoğrafının ardında Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri duruyor. 1973’teki Çingene Mahallesi fotoğrafında, birazdan çocukların ellerindeki mantar tabancaları patlayacak ve film başlayacak duygusu var, renkli mi renkli. İstanbul’un suriçi, yangınyeri yaşamları romanlarda, öykülerde yerlerini bulamamışlar da kaçıp Ara’nın gözünün önüne gelmişler gibi. Ara onlara bakınca yerlerini bulmuşlar, kendilerine gelmişler gibi rahat, doğal ve kendiliğinden bir hal almışlar, fotoğraf olmuşlar, anı olmuşlar, tarih olmuşlar. Aslında Ara müzesini ta o yıllardan kurmaya başlamış, görsel tarih müzesi. Her fotoğrafın arkasında bir roman, bir öykü, bir şiir var çünkü. Biraz daha bakınca sosyoloji, psikoloji, antropoloji, ekonomi, siyaset bilimi, tarih, coğrafya, kentleşme...

Ara’nın İstanbul’u var, Anadolu’su var, başka coğrafyaları var, ama asıl mekanı insanlar. İnsan yüzleri, bakışları, duruşları. Ara’nın insanları var, Ara’nın mekanı, evi, yurdu, iki gözü insanlar. Edip Cansever, şiiri için ‘insan araştırması’ diyordu, Ara Güler de bir şair olarak zoru, yani insanı göze alanlardan. Şiir, insanın yalın haliyse, Ara’nın fotoğrafları da, kederiyle neşesiyle insanın doğal hali.