Varlığının farkına geç vardığım dostum, Uzun zaman oldu. Demiştin zaten giderken “her şeyden öyle soyutlamak istiyorum ki kendimi, bu ülkeye ait hiçbir şeyi okumamaya...

Varlığının farkına geç vardığım dostum, Uzun zaman oldu. Demiştin zaten giderken “her şeyden öyle soyutlamak istiyorum ki kendimi, bu ülkeye ait hiçbir şeyi okumamaya, bilmemeye, öğrenmemeye gayret ediyorum” diye. Haklıydın belki de, her şeyi sıfırlamak bundan farklı nasıl olabilirdi? Ama sana giderken de demiştim, ben öyle kutucuklara sığdırılmış msn konuşmalarını, yalandan yere sorulan hatır gönül sorularını, sahte gülücükleri değil, uzun uzun yazılan mektupları seviyorum.  buna rağmen bir süredir, ister istemez öyle bir duvar ördün ki ancak bugün uzun uzun yazabiliyorum sana. Seni yolcu etmeye bile gelememiştim havaalanına. Saate bakıp duruyordum, uçup gidesin diye. Ama bugün ne zaman bir uçak geçse tepemden “belki” diyorum, belki… Ve o yüzden, yani özlemdendir ki İstanbul’u sıfırlamana izin veremem.

•••

Al işte, geçenlerde izlediğim bir filmi sana nasıl anlatmam söyler misin? Efil efil esen Doğu Karadeniz rüzgârını sinema salonunda bana hissettiren, temmuz ayında ziyaret ettiğim Yılmaz başkanın memleketini bana yeniden hatırlatan, yeşile, samimiyete, Karadeniz müziğine doyduğum, nahif ve “Düşlerinin peşinden koşan sabırsız zaman çocuklarına” adanmış bir film olan ‘Sonbahar’dan nasıl bahsetmem? F Tipi hücre sistemine geçişi engellemek için ölüm orucuna başlayan hükümlülerin eylemini ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ (!) ile durdurmayı amaçlayanlar, -ironik biçimde- 32 kişinin öldüğü ve ‘19 Aralık Katliamı’na dönüşen bir operasyonun hazırlayıcısı olmuşlardı, hatırlarsın. Filmin ana karakteri Yusuf da ölüm orucuna katılanlardan biridir ve hapisten çıkan Yusuf’un, memleketi Hopa’ya dönmesi hikâyenin, yani filmin seyrini belirliyor. Yemyeşil ağaçların ve ahşap evlerin arasında, karga seslerinin kulaklarda çınladığı, yağmurun bir başka yağdığı, sisli, sessiz ve ancak epik bir hikâyede geçecek türden etkileyici bir köy evi Yusuf’un evi. Filmin her sahnesini belki de masal gibi anlatabilirim sana inan. Ama asıl beni etkileyen kısmı, Yusuf’un o hapis günlerinden sonra zorunlu olarak döndüğü köyünde aradığı asıl şeyin hayatını ‘sıfırlamak’ istemesi. İstanbul’da kalabilir, üniversite arkadaşlarıyla olabilir, iş kurabilir ve orada kalan yaşamını sürdürebilirdi. Bu zor olandı, bu yüzden de alışması zaman alacaktı. Evin içinde değil bahçede uyudu Yusuf, en yakın arkadaşıyla değil dalgalarla konuştu, komşunun ufak çocuğu ile arkadaşlık etmeyi seçti, hastalığının ciddi olduğunu bile bile yüzleşmekten kaçtı… Sonrası mı, sonrasını gelince birlikte izleriz, olmaz mı?

•••

Geçmişte ne kadar sıkı oyunlar çıkarırdı Devlet ve Şehir Tiyatroları. Bugün ‘Kültür Başkenti’ olmasına bir yıldan daha az kalmış bir kentin devlet tiyatrolarının akılda kalacak kaç tane oyunu var? Ama yine de tiyatrosuz olmuyor, bilirsin. Çarşamba günü Şehir Tiyatroları Müsahipzâde Celal Sahnesi’nde ‘Titanik Orkestrası’nı izledim. Oyunun yazarı Boytchev varlık -yokluk, gerçek- hayal üzerine nihilizmle bezenmiş bir oyun yazmış. Amatör bir izleyici olarak oyunculuklar ve kurgu içime sinmese de, bazı sahnelerin oldukça ‘bizleştirildiğini’ hissetsem de güzel bir oyun diyebilirim. Oyun terk edilmiş bir garda geçiyor. Tabii ki Edip Cansever’in dediği gibi bu gar “Nazilli kokmuyor”. Yolcuların tren geldiğinde nereye gideceklerini bilmemelerinde ki çaresizlik yüzlerine yansıyor. Oyunun sonunda da tüm öğretiler, tüm bilinenler ‘hiç’ olup uçuyor. Uzaklardaki; belki gar, belki de tren yoktur. Kimbilir, belki de şu an bir trenin içindeyizdir… Umarım buradayken düşündüğün gibi “ben o uçağa niye biniyorum”un yanıtını bulmuşsundur. Umarım “tren geldiğinde nereye gideceğini bilmeyenler” gibi çaresiz değilsindir…

•••

İstanbul’da yağmur çok çok hafif yağıyor. Başucumda Bilge Karasu’nun ‘Ne Kitapsız, Ne Kedisiz’i duruyor. Hopa’dan kendi ellerimle aldığım Hopa çayımı demli mi demli dolduruyorum ince belli bardağıma. Biraz daha artıyor sanki yağmurun şiddeti.  Sanki bir uçak geçiyor ve ben “belki” diyorum, yine. Fonda ise Leonard Cohen “Everybody knows that the dice are loaded” diye büyülü sesiyle geceye ortak oluyor...