‘İstiklal Marşı, milli maçlarımız dışında, lig maçlarında okunmasın.’ Önerinin sahibi İlhan Cavcav. Gençlerbirliği başkanı. Birkaç hafta önce de futbolcularda sakal yasaklansın demişti. Kendi takımında sakallı oyuncu istemediğini, sakallı oyunculara ceza vereceğini söylemişti.

Hal böyle olunca, İstiklal Marşı’nın lig maçlarında karşılaşma başlamadan hemen önce, stadyum hoparlörlerinden yayına verilerek hep bir ağızdan okunmasıyla ilgili önerisi de insana ciddiyetsiz geliyor.

Cavcav’ın niye ve nasıl söylediği önemli değil. Söylediği şey önemli.

Lig maçlarında İstiklal Marşı okunması her şeyden önce kurallara bağlı bir uygulama değil. Hatta bir gelenek de değil.

İstiklal Marşı lig maçlarında 1990’lı yıllara dek okunmuyordu. Devlet ile PKK arasında devam eden çatışmanın 90’larda zirve yapmasıyla birlikte lig karşılaşmalarının başlamasından önce tribünlerden önce, ‘Kahrolsun PKK’, ardından ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganları atılması ve akabinde İstiklal Marşı’nın taraftarlarca okunması bir adet haline dönüştü.

Bir süre sonra iş o kadar kanıksandı ki, futbol hukukunda yer almamasına karşın stadlarda stad yönetimleri tarafından lig karşılaşmaları öncesi banttan marş çalınmaya başlandı.

Tabii hemen burada akla şu soru geliyor. Çalınsa ne olur? Sonuçta milli marş.

Her şeyden önce lig karşılaşmalarına ‘milli’ bir anlam atfetmenin manası yok. İngiltere Ligi’ni düşünelim örneğin. Arsenal sahada. Bir lig maçına çıkılmış. Arsenal formasını 11 yabancı oyuncu giyiyor. Aralarında tek bir İngiliz yok ve dünyanın dört bir yanından oyunculara zorla İngiliz Milli Marşı söyletiyorsunuz.

Nereden baksanız tuhaf bir manzara.

Bizde de benzer durumlar yaşanmaya başlanmadı mı? Büyük takımların bazı karşılaşmalarında sahada en fazla iki, üç Türk oyuncuyla mücadele ettiği karşılaşmalar oldu.

Tekrar başa dönelim ve aynı soruyu soralım. Peki, tamam ama İstiklal Marşı söylense ne olur?

Pek tabii ki bir şey olmaz. Fakat vara yoka ‘milli’ bir değer atfetme hali, aslında bir toplumun kendisinden duyduğu şüpheyi gösteriyor. Mutlu, huzurlu, kendi içerisinde tutarlı, halklarıyla barışık bir toplumun ne kadar ‘milli’ olduğuna durmaksızın vurgu yapmasına sahiden gerek yok.

Durup durup Avrupa’dan örnek vermeyi de istemiyorum. Ama manzara sahiden acayip olduğu için söylemeden geçemeyeceğim. Fatih Terim’in basın toplantısına alınmadığı iddiasıyla ortalığı ayağa kaldırdığı İsviçre maçı vardır ya hani... O maçta Bern’de, tribündeydim. İsviçre’nin tabloid gazetesi Blick, bir hafta boyunca maça dair tuhaf tuhaf yayınlar yaptıktan sonra maç günü birinci sayfasından İsviçre Ulusal Marşı’nı basmıştı.

Neden biliyor musunuz? Maça gelen İsviçrelilerin neredeyse hiçbiri ulusal marşlarını ezbere bilmiyordu. Karşılaşma öncesi herkesin elinde bir Blick, neredeyse bütün stad ulusal marşı gazeteden okuyordu.

Devletin büyüklerinden sıkça duyarız: Futbola siyaset bulaştırmayın!

Kastedilen aslında şudur: Futbola, içinde bizim olmadığımız, bizim planlamadığımız, bizim örgütlemediğimiz hiçbir siyasi düşünceyi karıştıramazsınız, orası bizim oyun alanımız!

Marş meselesi de öyle. Hiçbir milli niteliği olmayan lig karşılaşmalarında durumdan vazife çıkararak okunmaya başlanan marş, aslında içi boş hamasi bir milliyetçilikten başka bir şey değil.

Üstelik birazcık aklıselim bakıldığında aslında en çok da amacına ihanet ettiğini söylemek mümkün.

Çünkü içi boşalıyor. Anlamını yitiriyor. Kayboluyor.

Ülkeyi ne kadar sevdiğimizi anlamak ve anlatmak için lig maçları öncesi Cristoph Daum’a bağıra çağıra İstiklal Marşı okutmamıza gerek yok, emin olun.

Ülkeyi sevmenin, bu sevginin ardında durmanın başka başka yolları da var.

Emin olun, var...