Diyorlar ki, bir yandan Müslümanların büyük çoğunluğunun da itiraz ettiği “İslamcı” bir baskı rejiminden, diğer yandan da karşı çıkışın, itirazın güçlü oluşundan, otoriter eğilimin güçten düştüğünden söz ediliyor. Bu ikisi aynı anda nasıl olabiliyor? Önce saptanması gereken durum, ne kadar güçten düşmüş olursa olsun, rejimin yasaları zorladığı, meşruiyeti kendine göre tanımladığı, “olağanüstü hali” yani “istisnayı” süreklileştirdiği gerçeğidir.

İkili bir iktidardan değil, ikili bir durumdan söz ediyoruz.

Peki, kim kazanacak? Bu, belki de belirsizliğin egemen olduğu, nasıl gelişeceğini bilmediğimiz bir sürecin sonunda ortaya çıkacak. Bir tür denge durumundan ama hiç bir zaman uzun sürmesi mümkün olmayan bir denge durumundan söz ediyoruz. Toplumsal olaylarda karmaşık durumları kavramak, diyalektik süreçleri netleştirmek zor olsa da, denge durumlarının uzun sürmeyeceği söylenebilir.

Denge durumunu, hukuk alanından bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bilindiği gibi son yıllarda çok sayıda insanın hüküm giymesinin önde gelen gerekçesi, düşünce ve ifade özgürlüğünü yasaklamanın bir yolu olarak “hakaret suçu” olmuştur. Özellikle siyasilerin kendilerine yönelik sert ya da yumuşak eleştirilere, “hakaretlere” karşı açtıkları davalarda yığınsal bir artış söz konusudur. Ama aynı süre içinde Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin kimi kararları iktidar sahiplerinin isteklerine uymuyor.

En son Anayasa Mahkemesi’nin iktidar partisine mensup bir belediye başkanının “Ermeni düşmanlığı içeren sözlerine karşılık, başkana yöneltilen ‘iğrençsiniz’ sözünün suç oluşturmayacağı” yolundaki kararı, hem düşünce özgürlüğü açısından önemlidir, hem de ırkçı yaklaşımları mahkum etmiştir. Kararda şöyle denilmiştir; “Unutulmamalıdır ki ifade özgürlüğünde yalnızca düşünce ve bilginin özünün korunması değil düşünce ve bilginin sunuluş şekli de önemlidir. Rahatsız edici de olsa siyasilere yönelik eleştirilerin cezalandırılması caydırıcı etki doğurarak cezalandırılma korkusuyla kamuoyundaki farklı seslerin susmasına yol açabilir. Bu durum da çoğulcu toplumun sürdürülebilmesine engeldir.” (Kararı değerlendiren önemli bir yazı için bkz. Fikret İlkiz; Irk Temelli Söylem ve “İğrenç Adam”; Bianet )

Yüksek mahkemenin bu kararı otoriter yönetimin egemen olduğu koşullarda bir tür “aykırı” karardır; AYM kararlarının tanınmadığı ya da savsakladığı da dikkate alınırsa zayıf bir “denge” durumuna işaret etmektedir. Ama yine de İslamcı otoriter eğilimin “hukukun” itirazı ile karşılaştığının bir göstergesidir.

Otoriter yönetimler genellikle Nazi hukukunun teorisyeni Carl Schmitt’in izinden gider, bir tehditten “beka” sorunundan söz ederken, de facto sürekli hale getirilen “istisnanın”, “olağanüstü halin” de peşine düşerler. Burada son zamanlarda sık sık sözü edilen “güvenlik güçleri yetersiz kalıyor, yeni yöntemler bulmak gerekiyor” yaklaşımı bu tür bir çabayı çağrıştırıyor. Olağanüstü hal iki sonuç doğurur; bunlardan birincisi istisnanın sürekliliğinin kabul edilmesiyse, ikincisi dost - düşman (öteki) ayrımına dayalı çatışmayı ve sonuçlarını da doğal gören bir siyaset anlayışıdır.

AYM’nin, Yargıtay’ın süreklilik göstermese de bu kararları önemlidir. Bu kararlar, Carl Schmitt’in teorisindeki temel tezi, “Ausnahme - zustand”ı, “istisnai - durum”u sürekli kılmak isteyen güçlerin işinin zor olduğunu gösteriyor. Ama yalnızca o kadar. Dengeyi halkın yararına bozmak için terazinin kefesine birlikte mücadeleyi koymak tek yol gibi görünüyor.

Tersi, uzun sürecek bir karanlığa mahkum olmak anlamına gelecektir.