Bir ortamda, radyoda çalan “Çakırcalı Mehmet Efe Ağıdı” yahut “Mezarımın Taşı Bozdağ’a Karşı” türküsüyle ile ilgili gelişen bir sohbette, arkadaşlarımdan birisi: “Peki kimlerle çatışmış Karıncalıdağ’da?” diye sorduğunda, “Zaptiyelerle…” cevabını duyunca hayli şaşırmıştı.

İsyan ve itaat-II: Eşkıyalık ve kültür
Fotoğraf: Ali Özçelik Arşivi.

Mehmet Berk Yaltırık

Üçüncü husus; eşkıyanın köylünün gözünde nerede olduğudur. Fernand Braudel, “Eşkıyalık köylüdür, halktan kaynaklanmaktadır” der ve ekler: “Bu durum için için süren bir köylü isyanıdır, sefalet ve aşırı nüfusun çocuğudur; eski geleneklerin canlanmasıdır, saf eşkıyalık insanın insana karşı kıyıcı macerasıdır. Haydutluğu bu son çizgisine indirgememek, ne de zenginlerin ve güçlülerin mallarını, mevkileri, hayatları için tiril tiril tirildediklerine fazla inanmamak gerekmektedir. Ancak, abartma payını çıktıktan sonra, bu kadar fazla gaddarlık, kıyıcılık nasıl unutulabilir?” Bununla birlikte eşkıyalık köylüler, taşra ahalisi vb. için kimi zaman bir çıkış yolu olsa da asıl olarak korku kaynağıdır çünkü eşkıyalar daima köylüleri, taşrada denk geldikleri insanları hedef alırlar.

Köyden birinin eşkıya aleyhinde ihbarda bulunması veya arada kan davası benzeri bir hasımlık durumunun bulunması bir yana, çoğu zaman yataklık ederse kolluk gücünden zarar görebilecek olan, yataklık etmediğinde de eşkıyayla karşı karşıya kalacak olan insanlar daima köylülerdir. Köylünün merkezi otorite ve yerel otorite karşısındaki hengâmesinde, zaman zaman “daha da yerel otorite” diyebileceğimiz eşkıya da dâhil olmaktadır. Tire Kent Arşivi Merkezi Sorumlusu Uzman Tarihçi Ali Özçelik, Batı Anadolu Eşkıyalık Tarihi adlı çalışmada yer alan “Batı Anadolu Eşkıyalığı'nın Türk Tarih Yazımında Ele Alınışı Üzerine Yapısal Bir İnceleme” adlı makalesinde, eşkıyayı romantize edenlerin köylülerden ziyade kentli yazarlar olduğunu uzun uzadıya ele almaktadır. Makalenin şu satırları eşkıyalığın asıl çehresini hayli aydınlatmaktadır: Unutulmamalıdır ki eşkıyalık şiddetle örülü bir yaşam biçimidir. Eşkıyanın yaratacağı korku, jandarma müfrezelerine karşı duyulan korkudan çok daha fazla olmalıydı. Aksi takdirde ihbarlar peş peşe gelir ve kendisine minnet duyan yatakları, hatta kendi adamları bile ihanet edebilirdi. Bu yazısız kadide nedeniyle eşkıya reisleri özellikle muhbirlere karşı çok acımasız davranmışlar, pek çoğunun dillerini kökünden kesmişler, evlerini yakmışlar, ailelerini öldürmüşlerdi. Bunu sadist bir intikam duygusuyla gerçekleştirenler olsa da böylesi kanlı bir uyarının oldukça kalıcı olacağını düşünenler sayıca çok daha fazlaydı. Dolayısıyla eşkıya, köylünün kendisini sevmesinden ziyade korkmasını tercih ederdi.”

Dördüncü husus ise eşkıyalık yaşantısının bazı bölgelerde alışıldık görülüp oranın kültürüyle iç içe geçmiş olabileceğiyle ilgilidir. Eşkıyalık coğrafyadan kaynaklı sebeplerle (geçimin sınırlı ve belli sayıda nüfusu besleyemeyeceği yerlerde) önce olağan bir geçim kaynağına, sosyal bir yaşam biçimine dönüşüyor. Ardından zamanla folklorik ve kültürel bir arka plan kazanıp bölgeleriyle müsemma hale geliyorlar. Akdeniz coğrafyasının çalkantılı ekonomik ve iklimsel yapısı göz önüne alındığında, kimi bölgelerdeki eşkıyalık folkloru ve günümüze dek uzanan maffios (yerel otorite) oluşumların ortaya çıkışı şaşırtıcı değildir. Türkiye’de 20’nci yüzyılda hayatlarının bir döneminde kaçak yaşamış, ya kendi kalemleriyle yahut başkalarına anlatmalarıyla yaşadıklarını öğrenebildiğimiz kabadayıların hatıralarına baktığımızda, örneğin “Antep Canavarı” yahut “Abdullah Dayı” olarak tanınan Abdullah Palaz’ın geçmişini okuduğumuzda hangi şartlarda nasıl büyüyüp yetiştiğini, neden Türkiye’nin 38 ayrı cezaevinde 48 yıl hapis yattığını, 43 cinayet ve 250’nin üzerinde yaralama vakasının olduğunu, çalkantılı bir hayata savrulduğunu görebiliriz. Keza kendi yaşamını kaleme alan, bir dönem kan davası sebebiyle memleketinde dağlarda dolaşmış, cezaevlerinde kalmış, Adana’nın ünlü kabadayılarından İnce Cumali’yi vuran Sırrı Abucalar’ı öldürmesiyle (bu dönem kimi gazetelerde kendisinden “Konya Canavarı” olarak bahsedilmektedir) ve 1969’da Sağmalcılar Cezaevi’nden ilk firar edenlerden biri olmasıyla tanınan Halil İbrahim Örs’ün hatıraları, Torosların eteklerindeki Dutlu köyünden (Konya, b-Bozkır) bahsederek şu ifadelerle başlamaktadır: “Köylülerin eğitim durumları yok denecek kadar azdır. Bu yüzden eskiden beri köyde bir gelişme olmamıştır. Her şey insan ve hayvan gücüne bağlıdır. Ailede nüfusun kalabalıklığı bu yüzden önemlidir. Geçimleri hayvancılık ve tarım üzerinedir. Ailenin ve sülalenin kalabalıklığı köyde onların birçok hakka sahip olmalarınız da sağlar. Haklı haksız olmaları önemli değildir, güç önemlidir. Bu insanların sert bir karaktere sahip olmalarında doğa şartlarının da etkisi vardır.” Bursa’da 1920’lerin başında hayli ünlü olan Püskülsüz İsmail Efe’nin yetiştiği muhite bir bakalım: “Vakit buldukça (İsmail), dükkândan kaçıyor, Namazgah meydanında, Samanpazarı’nın sokaklarında sakin sakin dolaşıyordu. Bu dolaşmalar, onu Samanpazarı’nda bir takım adamlarla ahbap etmişti ve bunlardan –daha genç, pek genç yaşında- kumar oynamasını ve esrar içmesini öğrenmişti.”

Braudel’in 16’ncı yüzyıl Akdeniz’inden bahseden şu alıntısı da günümüzde hâlâ haberlerde çeşitli mafios örgütler ve çete oluşumlarıyla okuduğumuz bölgelere işaret etmektedir: “…İşte İtalya’ya yüzyılın sonunda ilginç bir iklim veren budur. Açlık burada bazı bölgelerin tümünü etkilemektedir, eşkıyalık burada Sicilya’dan Alplere, Tiren denizinden Adriyatiğe, her yerde birden, uzun hırsızlık, yangın, cinayet, korsanlığınkilerle eşdeğer kıyıcılık dizileri halinde fışkırmaktadır. Herkes bundan nasibini almaktadır.”

Bu teknik hususlara değindikten sonra kaldığımız yerden devam edelim: Halk nezdinde eşkıyanın ne olduğu yahut ne olmadığı neden pek anlaşılamamaktadır?

Bir ortamda, radyoda çalan “Çakırcalı Mehmet Efe Ağıdı” yahut “Mezarımın Taşı Bozdağ’a Karşı” türküsüyle ile ilgili gelişen bir sohbette, arkadaşlarımdan birisi: “Peki kimlerle çatışmış Karıncalıdağ’da?” diye sorduğunda, “Zaptiyelerle…” cevabını duyunca hayli şaşırmıştı. “Efe niye kendi askeriyle çatışsın?” diye karşılık verince bu sefer şaşırma sırası bana geçmişti. Ancak çeşitli sohbetlerde, sık sık tarihi mefhumları ve olayları dönemin şartlarından çok şimdiki zamanın şartlarıyla anlamaya çalışma hatasına düşüldüğüne denk geldiğimden hemen açıklamıştım: “Adam silahıyla külahıyla ‘Otorite benim!’ dediği için!” Bu hususa başka konuşmalarımda ve internetteki çeşitli yorumlarda sıkça rastlamışlığım var. Haddi zatında eşkıyalar ve başka “maffios” (neden bu tabiri kullandığımız yazının ileriki kısımlarında açıklayacağım) unsurların tarihini araştırıp yazdığımdan, özellikle yüz yıldan eski olmayan vakalarda rol oynamış “eli silahlı” kimselerin torunlarından bazılarının “Dedem için neden böyle yazıyorsunuz?”, “Dedemin kolluğa kurşun attığını nereden uyduruyorsunuz?” yorumlarına da denk geldim. Lise yıllarımda da Yaşar Kemal’in, Yordan Yovkov’un “İnce” adlı Balkan eşkıya motifini işleyen öyküsünden ilhamla kaleme aldığı “İnce Memed” romanını okuyan bir arkadaşımın da jandarma müsademeleriyle ilgili kısımlar için verdiği tepkiyi hâlâ hatırlarım.