2010 Latin Amerika’nın İspanyol sömürge yönetiminden kurtuluşunun, bağımsızlığa kavuşmasının 200. yılına denk geliyor. Kutlamalar

2010 Latin Amerika’nın İspanyol sömürge yönetiminden kurtuluşunun, bağımsızlığa kavuşmasının 200. yılına denk geliyor. Kutlamalar 19 Nisan’da Venezuela’da, dönemin kahramanı Simon Bolivar’ın Karakas’ı özgürlüğe taşımasının yıldönümünde başlayıp 25 Mayıs Arjantin, 20 Temmuz Kolombiya, 18 Eylül Şili diyerek tüm yılı kaplayacak. Meksika ise eylülde bağımsızlık şenlikleri yaparken, ekimde 1910 Meksika devriminin 100. yıldönümüne sahne olacak.
Latin Amerika derken 550 milyonu aşan bir nüfus; sosyalist Küba’dan, aşırı sağcı Kolombiya Uribe yönetimine uzanan bir siyasi yelpaze; kişi başına geliri 10 bin dolar civarında seyreden Şili’den ancak 2 bin doları bulan Bolivya’ya doğru farklılaşan yaşam standardı; 200 milyonluk Brezilya’dan başlayarak 3 milyonluk Uruguay’da sonuçlanan farklı büyüklükte ülkeler topluluğunu anlıyoruz. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, ABD’den “ikinci bağımsızlığı” kutlamaya hazırlanırken; daha çok 19. yüzyıl devlet başkanlarından Porfirio Diaz’ın, “tanrıya bu kadar uzak ABD’ye bu kadar yakın” sözleriyle hatırlanan Meksika ise her zamanki gibi sorunlarını ABD’ye daha yaklaşarak çözmeyi umuyor.
Genelde Latin Amerika, ardı ardına patlayan ekonomik krizlerle, yüksek işsizlik, giderek bozulan gelir dağılımı, yaygın banka iflasları, sık sık nükseden devalüasyonlarla neoliberal politikaların sillesini en şiddetle hisseden bölgelerin başında geliyor. Pinochet darbesinin ardından uygulamaya sokulan Şili örneğiyle de, daha 70’lerde Milton Friedman’ın “Chicago Oğlanları” marifetiyle İngiltere ve ABD’den bile önce, “parasalcı politikalar” adı verilen neoliberalizmin laboratuvarı olma özelliği taşıyor. 2000’lerin başında ise Venezuela’da “Caracazo”, Arjantin’de “Arjantinazo” diye hatırlanan taban ayaklanmalarıyla ise artık bölgede “generaller darbesine” bel bağlanamayacağını, ne var ki halkın keyfi yönetimlere de sırf sandıktan çıktılar diye pabuç bırakılmayacağını ispatlamasıyla ilginç bir deneyim sunuyor. O günlerden 2010’a Latin Amerika’da umut verici gelişmeler yaşandı, ekonomi göreceli olarak daha başarılı bir performans çizdi.
LATİN AMERİKA HEP ÖZELDİ
Latin Amerika neoliberalizm açısından sadece karın kovalanacağı, rekabetin yaygınlaştırılacağı sıradan bir coğrafya değil; ulusal kalkınmacılık iddiasıyla, kamulaştırma uygulamalarıyla, anti emperyalist yönelimiyle aynı zamanda intikam alınması gereken bir “ideolojik odaktı”. Hatırlanırsa Meksika’da Lazaro Cardenas 30’larda petrol, elektrik ve demiryollarını ulusallaştırdı. Benzer bir deneyim Brezilya’da Getulio Vargas’ın 1941-53 arasındaki demir-çelik ve petrolcü ulusallaştırması sürecinde yaşandı. Allende yönetiminde ise, Şili’de geleneksel oligarşinin hakimiyetini kırmaya yönelik ulusallaştırmalar  aslında bir dönemin kapanışını  da simgeledi.
Neoliberalizmin 80’lerde hız kazanan hikayesi içerisinde Latin Amerika hep özel bir önem taşıdı. Batılı metrol kapitalist ülkeler dışındaki özelleştirme gelirlerinin yüzde 40’ı Latin Amerika’dan elde edildi (Carlos Medeiros, The Auction of Latin America, New Left Review Jan/Feb 2009). Bir örnek vermek gerekirse, “El Turco” diye bilinen Menem döneminde Arjantin’de özelleştirme iletişimden, havayollarına, petrol ve petro-kimya tesislerine, otoyollara, demiryollarına, doğalgaz dağıtımına, elektrik, su, demir-çelik, kömür, savunma sanayi, barajlar, televizyon kanalları, oteller, limanlar, silolar, at yarışçılığı dahil kamunun faaliyet gösterdiği tüm alanlara sirayet etti, bir anlamda devlet sıfırı tüketti.
2010’a adım attığımız bu günlerde de Meksika’da, yoğun “sınıf savaşları” gözleniyor. Devlet Başkanı Felipe Calderon’un, Elektrik İşçileri Sendikası’na yönelik huruç harekatı, Ronald Reagan’ın 1981 havaalanı kontrolörlerine, 1985’te Margareth Thatcher’ın maden işçilerine yönelttiği saldırıya benzer bir gaddarlıkta. Çünkü elektrik işçileri Meksika’nın en örgütlü, üyelerinin haklarını en sıkı kovalayan sendikası. Belki de en önemlisi, 25 milyon kişiye elektrik sağlayan şebekenin özelleştirilmesine şiddetle karşı çıktığı için hedef tahtasında. Bir anda 44 bin işçi kapıya konurken, 21 bin emeklinin de özlük hakları zarar gördü. 1989’da şaibeli bir seçimin ardından devlet başkanı koltuğuna oturan Harvard diplomalı Carlos Salinas iletişim, demiryolları, bakır sektörlerini hızla özelleştirmişti. Calderon ise elektrikten başlayarak enerji ve petrole uzanan bir portföyle Obama yönetiminin gözüne girmeyi, Beyazsaray’dan resmi ziyaret teklifi almayı umuyor. İnsanın gönlünden Ankara’dan Meksika’ya bir hat uzatmak, Tekel işçileriyle-Meksika elektrik işçilerinin kolkola, omuz omuza mücadelesine tanık olmak geçiyor. Neden olmasın? Neden küresel krize karşı uluslararası dayanışmayla direnilmesin? Düşüncesinin peşini bırakmamak gerekiyor.
Latin Amerika ekonomilerine ortalamalar üzerinden yaklaşmak elbet mümkün, belli bir fikir de verebilir. Örneğin, 2009 yılında bölge ekonomilerinin yüzde 2-2.5 daraldığı tahmin ediliyor. Bu ortalamayı yüzde 7.5 küçüldüğü tahmin edilen Meksika aşağı çekiyor. 2010 yılı için ise yüzde 3’lük bir ortalama büyüme bekleniyor. Dünya ekonomisindeki kıpırdanma özellikle, emtia ihracatçısı Arjantin, Brezilya, Peru, Şili’nin net ihracat gelirlerini artırarak, büyüme beklentilerini yukarı çekerek, yüzlerini güldürüyor. Veya Brezilya, Arjantin, Meksika’nın “G-7’nin yerini alan G-20’nin üyeleri arasında bulunması üzerinden, değişen küresel güç dengesinin Latin Amerika lehine geliştiği yorumu yapılabilir.
Gelgelelim bu yazı siyasi ve ideolojik yönelim üzerinden geliştirilecek bir sınıflandırmanın daha anlamlı olduğu önkabulünden hareket ediyor. Analiz, Venezuella-Ekvator-Bolivya’nın oluşturduğu “iyilik ekseni”; Brezilya-Arjantin-Uruguay-Şili-Nikaragua’nın yer aldığı “mutabakat ekseni”; Kolombiya-Peru-Meksika’yı içeren “sağ eksen”  temelinde  gelişiyor.
EKONOMİK İSYANKÂRLAR
Mark Weissbrot, Chavez’in Venezuela’sına ve Castro’nun Kübası’na uydukları için Bolivya ve Ekvator'a “ekonomik isyankar” sıfatını  yakıştırıyor (The Guardian 28 Ekim 2009). Bu ülkeler sandık başarılarıyla öne çıkıyor: Venezuella’da 15, Bolivya’da 3, Ekvador’da 5 adet. Katz’a göre, radikal ekseni merkez sol yönetimlerden ayıran üç özellik var: Halkı mobilize ediyorlar, emperyalizm ve hakim sınıflarla çatışmaktan çekinmiyorlar ve gelir dağılımını düzeltmeye yönelik önlemlere ağırlık veriyorlar.
Venezuela ve Bolivya örneklerinin ortak bir yönü de, yerlilerin kimlik ve tanınma talepleriyle sosyal adalet ve eşitlik mücadelelerini kaynaştırmaktaki maharetleri. Elit kadrolara gelişen tepkiyi örgütlemeyi, Chavez’in Zambo, Morales’in Aymara yerlisi olması, her ikisinin de sosyal hareketler üzerinde yükselmesi sayesinde başarıyorlar. Örneğin Morales’in MAS hareketi koka üreticilerinin, yoksul mahalle inisiyatiflerinin ve özelleştirme karşıtı mücadelenin bir koalisyonu.
Ekonomi cephesine gelince, Evo Morales 2006 Ocak’ında görevi devraldığında ülke 20 yıldır IMF anlaşmaları altında yönetiliyor, kişi başına gelir 27 yıl öncesinin altında seyrediyordu. Evo, üç ay içinde IMF’nin tası tarağı toplayıp gitmesini başardı. Ardından hidrokarbon sanayini yeniden ulusallaştırdı. Mayıs 2007’de de Dünya Bankası’nın “uluslararası tahkim kurulundan” çekildi. Ulusallaştırma yoksul ülkeye milyarlarca dolarlık gelir kazandırdı. Kamu yatırımlarına bu sayede hız verildi. Bolivya küresel kriz ortamında, ihraç ürünleri doğalgaz ve madenlerin fiyatlarındaki düşüşe karşın Amerika kıtasının en hızlı büyüyen ekonomisi olmayı başardı. Hem de ABD’nin, “uyuşturucuya karşı savaşta” yeterince işbirliği yapmadığı iddiasıyla tüm engellemelerine karşın.
Ekvador’un ekonomist başkanı Rafael Correa ise 2007’de göreve başlar başlamaz, bir “dış borçları tahkik komisyonu” kurdu. Komisyonun önerisiyle, dış borçların üçte birinde temerrüde gidildi. Daha sonra aynı borçlar dolar başına 35 centten geri alındı, ekonomi ferahladı.
Correa’nın ilk iki yılında ekonomi ortalama yüzde 4.5 büyüdü. Bu arada sağlık harcamaları ikiye katlanarak, sosyal programlar GSMH’nın yüzde 5.4’ünden yüzde 8.3’üne çekilerek, yoksul ailelere doğrudan nakit transferi yapılarak altta kalanları biraz da olsa rahatlatan bir hat izlendi. Ekvador’un resmi parasının ABD doları olması döviz kuru ve para politikalarıyla manevra yapmayı engelliyor. Petrol fiyatlarının düşmesinin ihracat gelirlerini sekteye uğratması yanında işçi dövizlerinin de yavaşlaması ekonomiyi vurdu.
Tüm bu olumsuzluklara karşın Ekvador yüzde 1 düzeyinde seyretse de 2009'da bile pozitif büyümeyi başardı. Önümüzdeki dönemde de, uluslararası kapitalizmin ABD önderliğinde “iyilik eksenine” yönelik sabotaj faaliyetlerinin süreceğini tahmin etmek zor değil. Tüm olumsuz koşullara karşın, “alternatif yok” diye tepinenlere karşı farklı bir zihniyeti yaşattıkları, umudu canlı tuttukları, farklı bir deneyim sundukları için dünya halkları onlara teşekkür borçlu.
GENİŞ MUTABAKAT CEPHESİ
“Mutabakat cephesi” grubundaki ülkeler, bilindiği gibi Brezilya-Arjantin-Uruguay-Nikaragua-Şili. Her birinin hükümetinde anlı şanlı devrim-sosyalizm-gerilla mücadelesi veren unsurlar bulunuyor. Brezilya’da Lula’nın torna işçiliğiyle başlayıp sendika liderliğiyle süren radikal geçmişi; Arjantin’de “devrimci duruma” varan ayaklanma sonucu sol Peronist bay ve bayan Kirscherler’in sırayla sandıktan çıkması; Uruguay’daki Geniş Cephe’nin (Frente Amplio) Tupamaros gerillalarını barındırması; Nikaragua'da Somoza diktatörlüğüne karşı verdiği gerilla mücadelesinden tanıdığımız Ortega’nın başkan koltuğunda oturması; Şili’de iki dönem başkanlığın ardından şimdi koltuğu bırakmaya hazırlanan Bachelet’in Pinochet’e karşı anti-faşist mücadelenin içinden gelmesi fazla “gerçekçi” olmayı seçtikleri gerçeğini değiştirmiyor.
”Pembe dalga” diye de anılan bu reformist akım 1998'de çerçevesi çizilen Buenos Aires Uzlaşması etrafında, neoberalizmin yarattığı en vahim çelişkileri törpülemeyi hedeflerken aynı zamanda serbest piyasa mantığıyla bağdaşmayı, uluslararası sermayeyle arayı bozmamayı ilke ediniyor. ABD ile işbirliği yapmaya özel bir önem veriyor, neoliberal politikaların genel hattı dışına pek çıkmıyor. İşin gerçeği, geniş kitleleri “beterin beteri var” yollu züğürt tesellisine sevkeden bazı sosyal programlar marifetiyle şimdilik “seçmen memnuniyetini” sağlayabiliyorlar. Örneğin Şili, başkanlık seçiminin ikinci turuna hazırlanırken Michell Bachelet’in desteği yüzde 78. Aynı popülariteyi Lula da muhafaza ediyor.
Şüphesiz nüfusu, doğal kaynakları ve ekonomik gücüyle Latin Amerika’nın en iddialı ülkesi Brezilya. Brezilya’nın BRIC ülkeleri arasında sayıldığını biliyoruz. Brezilya ekonomisi Asya krizi sonrası ancak IMF’nin 30 milyar dolarlık kurtarma paketiyle yüzdürülmüşken, şimdi IMF’ye 10 milyar dolar borç verecek duruma geldi. Lula, G-20, DTÖ, Dünya Gıda ve Dünya İklim Değişikliği zirvelerinde “yükselen ülkeler” grubunun lideri görünümü vermeyi başaran bir karizmaya sahip. Brezilya’da ulusal burjuvazinin, ihracata yönelik üretim ve çokuluslu şirketlerle ortaklık aracılığıyla uluslararası ekonomiye eklemlendiği, kozmopolit bir elitin hakim sınıf haline geldiği söylenebilir (Arjantin de benzer bir profil veriyor). Goldman Sach’ın tahminlerine göre, Brezilya 2014’te İngiltere ve Fransa’yı geride bırakarak dünyanın beşinci büyük ekonomisi haline gelecek.
Brezilya denince, insanın aklına futbol, sambanın yanında korkunç bir gelir dağılımı uçurumu, “favelalardaki” yoksul yaşam, sokaklarda çetelerin malzemesi olan çocuklar geliyor. Aynı zamanda “pembe dizilerdeki” gibi Rio’nun, Sao Paulo’nun konforlu sitelerinde steril bir yaşam sürerken tüm lüks tüketim olanaklarından yararlanan üst sınıflar. Kısaca genelde Latin Amerika, özelde bölgenin sol etiketli yönetimleri, daha da özelde Brezilya tüm zıtlıklarıyla dünyanın ilgisini çekmeyi sürdürecek gibi görünüyor. Haliyle biz de izlemede olacağız.
MEKSİKA SURETİNDE SAĞ EKSEN
Ekvator’u bombalayacak, hatta işgal edecek kadar ileri giden Amerika’nın sevgilisi Uribe’nin Kolombiyası; ABD’nin Latin Amerika’daki en büyük kabusu, “İkinci Chavez” diye anılan Humala’yı az farkla geride bırakan, 2009 yazında çoğu Avrupalı şirketlere toprak ayrıcalığı verilmesini protesto eden 50 Amazon yerlisini katleden Alan Garcia’nın Peru’su da Latin Amerika’da sağın iktidarda bulunduğu ülkeler arasında. Yerimiz ancak merkez sağcı Calderon'un Meksikası'na biraz daha yakından bakmaya olanak veriyor.
113 milyonluk nüfusuyla, Zapatistalar’ın ülkesi Meksika aynı zamanda ABD ve Kanada ile NAFTA’nın bir üyesi. İhracatının yüzde 80'ini küresel krizin merkez üssü ABD’ye gerçekleştiren bu Orta Amerika ülkesi haliyle 2007’den bu yana ciddi bir darbe yedi, ekonomisi 2009’da yüzde 7.5 civarında daraldı. Dahası, 2008’de 26 milyar doları bulan işçi dövizleri de azaldı. Rio Grande dağlarının arkasında umut gözleyen Meksikalılar ABD’deki 12 milyon kaçak göçmenin de yarısını oluşturuyor.
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği anlaşmasına benzer biçimde Meksika da NAFTA’dan umudunu bulamadı. İhracatını çeşitlendirmeyi başaramazken, bankacılık sisteminin de yabancıların eline geçmesine engel olamadı. Özellikle otomobil üretimi, inşaat sektörü ve turizm resesyonundan olumsuz etkilendi. Domuz gribinin Meksika’dan patlak vermesi de olan bitenin üzerine tuz biber ekti.
Nasıl termometrenin işaret ettiği sıcaklıkla hissedilen sıcaklık fark ediyorsa, Meksika’da da istatistiklerden okunan derin krizin 1994 şoku gibi bir toplumsal panik yaratmadığından söz ediliyor; aynı Türkiye’de gözlemlendiği gibi. Meksika’da krizin acısı muhtemelen yavaş yavaş çıkacak. Türkiye ile arasında bu denli fazla ekonomik benzerlik bulunan Meksika ekonomisini yakından izlemek için çok neden var. Benim Meksika’yla ilgilenmek için öznel bir nedenim de bulunuyor: Kardeşimin ve sarı-lacivertli formasını sırtından çıkarmayan  küçük yeğenim Deniz’in bu ülkede yaşaması…
Son söz: Fidel Castro’nun, “Tüm And dağlarını Amerika’nın Sierra Maestrası yapma” sözünü haklı çıkarırcasına, yüreği solda atan, dünya sosyalizmi umutlarını koruyanlar için dünyanın en yüz güldüren, umutlara doping yaptıran coğrafyası hâlâ Latin Amerika.

Not: Gazetemizde her hafta tam sayfa bir Latin Amerika rüzgârı estiren Cem Çobanlı sayesinde BirGün okurları zaten mevzulara aşina. Ekonomi ağırlıklı bu yazıda umarım çizmeyi aşmamışızdır.