‘Kardeşim, ne Kürt sorunu, YAAUAV’.

Ne kadar çirkin bir konuşma tarzı.

Erdoğan, Kürt sorununu kendi tek adamlığını inşa etmek üzere bir kaldıraç olarak kullandı: Oslo’dan Habur’a, Habur’dan İmralı’ya, kendi kendisini ‘hukuk-üstü/yasaları askıya alır’ bir konuma getirmek üzere kullandı: Yasaları askıya aldırıyordu; ama böyle yapması, hayırlı bir sonuca ulaşmak içindi; ‘silahlar susup, analar da artık ağlamasın’ diye idi; kendisinin yasa tanımazlığına karşı çıkan, “barış-huzur böyle gelmez” diyenlere karşı “sen barışa karşı, silahların susmamasından mı yanasın” diye şantaj ve de terör uygulayarak.

12 Eylül faşizminin babası Turgut Özal ise, onun  en has evladı da  ‘kayıt dışı, merdiven altı, kenar mahalle/taşra uyanığı’, evinden sarayına, bu arada ameliyatı bile her şeyi ‘kaçak’ gecekonducu soyundan görgüsüz uyanıklardı ve de bu insan müsveddeleri için yüzde 10 barajından zorunlu din dersine kadar  bütün ahlaksızları  daha da şiddetlendirerek sürdürmek, kendi egemenlikleri açısından varoluşsal bir zorunluluktu.

Türkiye demokratikleşmesin diye bütün melunluklar devreye sokuldu:  Roman, Alevi veya Kürt diye, vatandaşlığı reddedip insanları ‘ne’liklerine hapsolmaya ve bu ‘ne’likleri temelinde keskinleşip fanatikleşmeye sevk ve teşvik eden bütün numaralar devreye sokuldu.
Silahsız siyasete katılmak, yasaklanmışlığının da ötesinde en ağır şekilde cezalandırılır ve de bu cezalandırma, insanları sindirmek, yani dehşete düşürüp (terörize edilip) yıldırmak  üzere özellikle sergilenirken (Milletvekili ve KCK tutuklamaları vb…),  Kürt Siyasal Hareketi’nin silahlı unsurları devletin doğrudan muhatabı olarak alınmışlardır.

Burada, en az 25 senedir söyleyip yazdığımız bir şeyi tekrarlayalım ki, tek eylem biçimi ve de nihaî hedefi insanları dehşete düşürüp yıldırmak olmadığı ölçüde ‘terör örgütü’ diye bir örgüt türü olamayacağına göre, PKK’ye “terör örgütü” demek de siyasal bir manipülasyon ve psikolojik bir operasyonun dışında hiçbir şey değildir. Ancak, ‘terör örgütü’ veya değil, herhangi bir örgütün devlet tarafından muhatap kabul edilmesi, bu örgüte devlet statüsü tanımak - hele ki bu örgüt silahlı güçlere de sahip ve işte bu yüzden muhatap alınıyorsa-, siyasete katılmak için silaha sarılmayı da kural haline getirip teşvik etmek anlamına gelirken, muhatap alınıp kaale alınmasını elindeki silaha borçlu olan gücün kendisinden vazgeçeceği en son şeyin yine elindeki silah olacağı açıktır.

Neyse, “Dolmabahçe Camisi’nde sadece içki içilmeyip transseksüel kadınlara kürtaj yapılıp ceninler denize atılmış, Kabataş’taki ‘başörtülü bacı’mızın üzerine işemekle yetinilmeyip, ayrıca kendisine 69 kişi tarafından tecavüz de edilmiştir” de dersem, ne dersiniz? Ya da “Umut Oran aslında çoktandır Sümeyye’yi öldürdü de kendi kız kardeşini Sümeyye diye Erdoğan’a yutturmakta; Selahattin Demirtaş ise Kürt kılığına girmiş emekli bir Japon amiralidir” dersem.

Biz insanların tavrı şu olmalıdır: Dolmabahçe, Kabataş ve de ‘tiyatronun çikletçi kızı’nın mutasavver katli kepazeliklerine karşı, ‘it ürür, kervan yürür’ demek; ancak, it ürüdü diye, kervan da kendiliğinden yürür rehavetine kapılmaksızın...