Başbakan Erdoğan’ın önce ‘Arap Baharı’ ülkeleri, ardından Birleşmiş Milletler’deki tarzı biz dahil birkaç yayın organı dışında, yere göğe konulamıyor...

Başbakan Erdoğan’ın önce ‘Arap Baharı’ ülkeleri, ardından Birleşmiş Milletler’deki tarzı biz dahil birkaç yayın organı dışında, yere göğe konulamıyor.

Dinci medya hızını alamayarak günün modasına uygun şekilde Muhteşem Süleyman’a gönderme yaparken, ana akım medyanın diğer kalemleri ve manşetler güçlü lider, güçlü ülke; bölge lideri, ABD ile eş başkan, Obama’nın kankası analizleriyle biçimleniyor.

Tahrir Meydanı Erdoğan pankartlarıyla dolup taşıyor, Orta Doğu sokaklarında Erdoğan posterleri dalgalanıyor ve BM kürsüsünde Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş’ın yazdığına göre dinleyici masaları boş olsa da Ahmedinecat ve Kaddafi sayılmazsa, BM’de en sert konuşmalardan birini yapan ‘batılı lider’ Erdoğan oluyor. Aydıntaşbaş’ın Erdoğan’ı ‘batılı lider’ olarak tanımlama ihtiyacı duymasının anlaşılır nedenleri var. Olasılıkla o da bir çok gazeteci ve sokaktaki vatandaşın ikilemini yaşıyor.

Erdoğan’ın üslubu, o her ne demekse ‘batılı’ liderlere benzemiyor. Ama ona ‘doğulu lider’ dendiğinde de benzetilebileceği isimler Kaddafi ve Ahmedinecat’tan öteye gidemiyor. Eh bu tip bir benzetmede Türkiye’den bir gazetecinin girebileceği bir risk değil. Yoksa o BM kürsüsü Kruşçev’in ayakkabılarıyla dövülmeye de alışık.

Hadi yandaşların, çıkarı olanların, dolmuşa bindirenlerin övgülerini anlamak mümkün. Bu kadarla sınırlı değil ama hayranlar. Başbakan’ın tarzı karşıtlarının büyük çoğunluğunda bile içten içe bir hayranlık uyandırıyor.

Erdoğan’ın ‘Kasımpaşalılık’ diye mistifiye edilen üslubunun ‘batı medeniyetinde’ ses getirmesi ve aynı anda ‘doğunun güçlü lideri’ imgesiyle birleştirilmesi çoğu insanın hayranlığını kazanmasını sağlıyor. Başbakan’ın politikasının Türkiye’ye önümüzdeki dönemde ne getirip ne götüreceği üzerine kafa yormak, analiz yapmak, akıl yürütmek yerine ‘abi kodumu oturtuyor valla’; ‘ aaa öyle de mi söylemiş’; ‘bak bak her yer onun posterleriyle dolu’ nidalarından öte bir şey yok. Hemen kimse ‘iyi de bu politika ülkeye, dünyaya ne getirir’ diye pek düşünmüyor.

Yandaşların padişah benzetmesi, karşıtların içten içe hayranlığı ‘şiş kebap’ ve Türk lokumu’ dışında dünyada tanınan en önemli üçüncü özelliğimiz olan ‘yetersizlik hislerimizin’ yansımasından başka bir anlama gelebilir mi?

Cumhuriyet, ulus devleti inşa ederken iki büyük geçmiş cennet ve iki korkunç canavar icat etmişti. Yitik cennetlerin eskisi Orta Asya’daki anayurttu ki Çin Seddi bile bizden korkudan yapılmıştı, daha yenisi ise bu gün içlerimiz titreyerek izlediğimiz Muhteşem Süleyman’ın dünyayı titreten gücüydü. İki düşmanın ilki ise ‘bizi arkadan vuran Araplar’ ve ‘bizi bölüp parçalamak isteyen tek dişli batı medeniyetiydi’

‘Kurtar bizi Erdoğan’ diye haykıran Arap dünyası ve ‘Orta Doğu’yu sizsiz yönetemeyiz lütfen eş başkanlığı kabul edin, hatta gelin dünyayı birlikte idare edelim’ diyen ABD imgelerinin neredeyse herkesin yüreğinin yağını eritmesi biraz da bu yüzden galiba.

Bu öyle güçlü bir imge ve hayal ki örneğin Kıbrıs Rumlarının doğal gaz aramaya başlaması densizlik, Kürtlerin biat etmemeleri ise hainlik olarak görülmeye başlanıyor. ‘Vay sen kim oluyorsun alırım ayağımın altına!’ tepkisi de bu hayalin bir sonucu değil mi?

Bu ruh halinin eğitimsiz, kır kökenli, köylülük değerleri güçlü geniş kitlelerde karşılığını bulması anlaşılır. Peki tersine özellikle liberaller yani eğitimli, seçkinci, üst sınıflardaki hayranlığı nasıl açıklamalı?

Eh, biliyorsunuz onlar İbrahim Tatlıses, lüküs otelde çiğköfte mangal partisi verince de hayran olmuşlar, ‘şappi şappi’ diye tempo tutmuşlardı. Ben olsam Başbakan’ın yerinde, liberallerin şak şaklarına hiç güvenmez, ‘ne oluyoruz lan, dolmuşa mı bindiriyorlar, aleme maskara mı yapacaklar diye kıllanırdım’. Hele hele ABD’nin şappi şappi temposundan köşe bucak kaçardım.