Bıra Heyder dağlar ülkesinde yaşardı, 1970’li yılların ortasıydı, evin altındaki hangarında çökeleği, yağı, tuzu, unu vardı, tüm variyeti bahçesindeki iki meyve ağacı, bir de üç dönüm sürülmüş kuru topraktı. Bıra Heyder bir de çok dürüsttü, içi-dışı birdi. O seneler bizim oralarda dağ-taş örgüt kaynıyordu, dağlara önce vatan yazılır ya, bizim oralarda Halkın Kurtuluşu’ndan UKO’ya yazılar taşların üstünde kıpkırmızıydı. Bıra Heyder’in köyüne de talebeler gelip gidiyordu. Bunlar, başlarında köylü kasketi ceketi, köylü kıyafetleriyle gezen üniversite öğrencileriydiler. Bir gün, bir ihbar sonrası askerler Bıra Heyder’in köyüne gitti, üç kazıklı bol giysili komutan dosdoğru köyün ucundaki Bıra Heyder’in evine gitti, acele talebeleri sordu, Bıra Heyder, akşamüstüydü, şu dağın altından geldiler, şafak vaktiydi, şu vadiye doğru gittiler, deyiverdi. Dedim ya, Bıra Heyder insanı çileden çıkaracak kadar saf ve dürüst bir adamdı, talebelerin köye geldiklerini ikirciksiz itiraf etmişti.

Bıra Heyder’den yirmi yıl sonraydı, bizim dağlar –galiba dünyanın bütün dağları da- artık eskisi kadar örgüt kaynamıyor, bir elin parmakları kadar kalmış örgütler habire kayıplar veriyor, bezdirici askeri operasyonlar hiç durmadan devam ediyordu. Köylerdekilerin veya şehirlerdekilerin en büyük korkusu örgütlerinden kopup gelen ve verdiği bilgilerle insanları yakan kişilerdi. Köy ve şehir, ne askerden, ne postalından, ne dağdakinden, ne de bağdakiden korkardı. Ama itirafçı dendi mi, sadece örgüte bir parça kuru ekmek vermiş biçare köylüler değil, şehirdeki korunaklı insanlar, bir statü sahibi nüfuzlu kişiler, siftah yapamadan kepenkini indiren garip esnaflar bile tir tir titrerdi. Korktukları oranda onlardan tiksinir, şehrin bir sokağında aniden gördüklerinde, tıpkı bir kimsesiz iti çağırır gibi ıslık çalarak, gel gel kuçu kuçu, derlerdi.

Polis, asker, savcı ve mahkeme nezdinde ise bu herkesleri korkutan itirafçı, en itibarlı ve güven veren kişiydi. Nasıl olmasın ki, eli kanlı adamlar iki barınak, üç adres verdi mi, beş köylüyü içeri tıktı mı, bir gece sessizce girdiği emniyet kapısından serbestçe çıkıverirdi. Yıllarca devam edecek yargılamalar onun bir çift lafıyla başlar, onlarca yıllık cezalar onun o bir çift lafıyla kesilirdi. Buna rağmen onlara dokunmaya koskoca hakimler bile hiçbir istek duymazdı. Hatırlıyorum, bizim oraların emniyet müdürü bu itirafçılardan ikisini, bir yaz günü bir kapalı kahvexanede -büyük oranda oraya zorla toplanmış- halkla karşı karşıya getirdi, toplantının başında, bu ikisi bu halkın en şerefli evlatlarındandır, dedi müdür, salonda kimsenin kılı kıpırdamadı.

Hapishaneler kadın, erkek, çocuk, sübyan, kızan, adi, siyasi, tarafsız ve öteki koğuşlarından oluşmazdı sadece. Girişindeki ağır demir kapıda bu güzel ülkenin milli bayrağının asılı olduğu bir koğuş vardı ki, buraya itirafçılar koğuşu derlerdi. Polisin ve askerin bunları durmadan alıp gece operasyonlara götürdüğü, cezaevinde yatarken aniden sır oldukları söylenirdi. Sizin anlayacağınız hapisteki itirafçı bile normal bir tutuklu değildi, epey ayrıcalıklıydı.

Yasadışı çalışan sosyalist, şeriatçı, milliyetçi, ulusal kurtuluşçu, dinci, radikal solcu tüm örgütlerin var olduğu tüm ülkelerde en yaygın toplumsal karakterlerden biri de işte bu itirafçılardır. Bunlar, başlarda bir örgütün içine giren, zamanla uyumsuzlaşan, ters düşen, arkadaşlarıyla anlaşamayan, en sonunda ise örgütün üyesi oldukları için bildikleri tüm konuları resmi makamlara veren, karşılığında kişisel bir çıkar elde eden kişilerdir. Bunlar resmi bir af, cezasızlık, kimlik ve yüz değişikliği, maaş, silah ve hatta yeni bir adreste kamusal iş için itirafçı olurlar. Ben hayatımda iflah olmuş, haysiyeti toplum tarafından da tasdik edilen, geleceğe umutlu, kendine mutlu tek bir itirafçı görmesem de, işte bu itirafçılara şanlı devletimiz pişmanlık yasaları ile bir torba dolusu hak ve yetkiyi bahşetmişti.

Bu son yıllarda itirafçılık ve itirafçılar da çağ atladılar. AKP sayesinde gizli tanık veya gizli soruşturmacı adlarını aldılar, özellikle Ergenekon ve Balyoz’da masum hayatları karartmaya devam ettiler. Şu son bir aydaki FETÖ operasyonunda ise yükselişlerinin sınırsızlığına yeniden tanık olduk, TV ve gazetelere çıkıp, Cemaat’in kendilerini nasıl kullandığını, insanları nasıl hapse attıklarını söyleyip, aldatıldıklarını pişman bir yüzle dile getirip, her şeyi bir güzelce itiraf ettikten sonra, TV ve gazete kapısından çıkıp bilinmeyen adreslerine gidiyorlar. Ne bir sorgu, tövbe ne de bir yargı. Artık akşam TV’lerde, sabah gazete köşelerinde, hep medyada gazeteci, yazar, avukat, bilim insanı yok, itirafçılar var. Bıra Heyder eski zaman masallarında sanki bir iyilik abidesi. AKP döneminin en rafine hali, meşhur eski Van savcısı Ferhat Sarıkaya mesela, 12 Eylül’ün ve Sayın Muhbir Vatandaşlar’ın ruhuna rahmet okutuyor.