Geçmişinde şu ya da bu bakış açısıyla yanlış bir pozisyonu savunmuş kişilerin, özellikle siyasilerin bu yanlışlarından dönmeleri sonuç olarak iyi bir şeydir. Hele hele çok sık büyük altüst oluşların yaşandığı ülkemizde ve post-truth çağında bu doğaldır bile diyebiliriz. Kimseye “sen bir kez yanlışı savundun orada kal!” denilmemesi gerekir. Amacı ikna ve örgütlemek olan siyasetin amacına da aykırı olur bu tutum. Doğal olarak geçmiş tutumun ağırlığına göre bu bagaj kişiyi de takip eder. Özellikle sol gelenek, özeleştiri mekanizmaları ve sorgulayıcı tutumuyla kişisel ve örgütsel olarak geçmişiyle hesaplaşır.

Son zamanlarda ittifak ve taktik tartışmalarıyla bu konuda canlı bir pratik yaşanıyor. Sağ siyaset ve figürler ise çoğu zaman basitçe “gömlek değiştirdik” diyerek, geçmişlerinden ideolojik ve kadro olarak kopmadıkları halde, yeniden yeniden kurtarıcı rolüyle sahne bulabiliyorlar. Kişisel beklentileri yerine gelmeyince ya da kötü gidişi görünce yarım ağız bir pişmanlık beyanıyla en üst düzeyde yerleri de görevleri de hazır: CHP’de milletvekilliği, danışmanlık ya da muhalif medyada demirbaş yorumculuk! İdeolojik kopuş olmadığı için de geldikleri yeri kendi ideolojilerine ikna etmeye çalışmak. Bireysel örnekler tutarsızlık olarak, gelenlerin ya da kabul edenlerin siyasi trajedisi olarak yorumlanabilir. Ancak bu figürler geçmişte belirleyici konumdalarsa ve bir parti olarak ortaya çıkmışlarsa basit bir özeleştiriden daha fazlasına ihtiyaç olmalı. Sözü Millet İttifakı’nın genişlemesine bağlayacağım. Anlaşılıyor ki DEVA ve Gelecek Partisi Millet İttifakı’na katıldı. Hatta Davutoğlu “katılmaktan” değil yeni bir “kuruluştan” bahsediyor. Her iki parti lideri de kendilerinin belirleyici konumda oldukları dönemi bir çeşit “Asr-ı Saadet” olarak görüyorlar. Örnek verecek olursak Davutoğlu: “…Öyle bir millîlik varsa herhalde o millîliğin inşacısı benim. Türkiye’de dış politikayı böylesine bağımsız ve millî bir çizgide inşa eden, dış politika paradigmasını kuran benim. Herkes de bunu biliyor. Bu konuda mütevazı değilim...” şeklinde açıklama yapabiliyor.

Babacan ise “Kendi sorumlu olduğum dönemlerde, kendi sorumlu olduğum alanlarda; Türkiye’de gelişmeler gayet güzel oldu. Ekonomiye baktığım dönemlerde Türkiye büyüme rekorları kırdı. Yoksulluk azaldı, işsizlik azaldı. Dışişleri baktığım dönemlerde Türkiye’nin itibarının ve güvenilirliğinin en yüksek olduğu dönemi Türkiye yaşadı… Dolayısıyla benim direkt sorumlu olduğum alanlarda gelişmeler çok iyiydi. Benim direkt sorumlu olmadığım ama hükümetin ilgilendiği başka alanlarda sorunlar oldu” diyor. Benzer çok fazla açıklamaları var. Haa CHP içerisinde de o dönemi olumlayan çok kişi var.

Oysa bugünkü yaşanan ekonomik ve dış politika alanındaki çöküşün taşları o dönemlerde döşendi. 90 milyar doları aşan özelleştirmelerle stratejik kamu varlıkları, KİT’ler, müşterekler iç/dış sermayeye yağmalatıldı. Devletten alınan kredilerle kamu mallarına çöktüler. Kredilerin çoğu da kamuya yüklendi. Elde edilen gelirler ise ilk kar yağışında, selde, dalgada çöken yollara sarf edildi. Sanayisizleştirme ve taşeronlaştırma gelir dağılımını bozdu. Dış politikada ise yanmış, yıkılmış, göçmüş bir Ortadoğu, AB/Rusya/ABD/Çin arasında “At Pazarlığı” ile yürütülmeye çalışılan bir süreç. Her biri halkın sofrasından çalınmış, büyük zararlara neden olan F-35 ve S-400 skandalları. Üstüne 2010 referandumu ile önü açılan hukuk sisteminin çöküşü. İşte sahiplendikleri “Asr-ı Saadet” dönemlerinin özeti! Tabii bir de devletin Fetullahçılara teslim edildiği süreç var ki buna dair hamaset dışında doyurucu hiçbir açıklamalarına denk gelemiyoruz.

Tüm bunlar olmuşken gazeteci Murat Yetkin, Kılıçdaroğlu’nun Büyükelçilerle yaptığı toplantıda sorulan bir soruya şu yanıtı verdiğini yazdı: "Bu konuda (ekonomi) Deva Partisi tarafından başlatılan bir çalışma var, biz de buna katılacağız. Kısa süre sonra bu taslak üzerine altı parti çalışmaya başlayabilir." Bu doğru ise ve geçmiş ekonomik tercihlerinden ideolojik olarak koptuğuna dair hiçbir işaret vermeyip o dönemi savunan DEVA Partisi nasıl bir program iskeleti ortaya koyabilir? Aynı soru diğer bileşenler içinde geçerli olacaktır. Kuşkusuz ittifaklar farklı partiler ve siyasi gelenekler arasında olur. Ama kırılgan olan bu sürecin daha şeffaf ve tartışmaya açık yürütülmesi gerekir. Biz biliyoruz ki siyasi elitler mutfakta pişirdiklerini zorunlu menü olarak masaya koyduklarında kendi partilerinden bir itiraz gelemez. Tüm destekçiler canhıraş masaya konulanı savunur. AKP karanlığından ne olursa olsun kurtulmak isteyen geniş kitleler de eli mecbur bu sürece etki edemezler. O zaman başta ekonomik program ve anayasa olmak üzere daha katılımcı süreçler oluşturulmalı.

Anlaşılıyor ki Millet İttifakının “lokomotifi” olan CHP sağ bir ittifaka ikna olmuş, solu iktidar perspektifinin dışında tutmaya kararlı. Oysa o sol ki, Fetullahçılıktan, laikliğin geriletilmesine, 2010 referandumundan dokunulmazlıklara, özelleştirmelerden ekonomik yağmaya kadar hep doğru pozisyon aldı.
İttifak sürecinin yürütücülerine, daha katılımcı ve şeffaf olmaları çağrıma ek olarak, bari “hafızamızı ve değerlerimizi paspas ettirmeyin” çağrımla bitireyim yazımı.