Shane Black bir dönem Hollywood’un en çok kazanan senaryo yazarıydı. Sonra yaptığı işlerden ve diğer senaristlerle kim daha çok kazanıyor yarışmalarına sokulmaktan sıkıldı, yönetmenliğe geçti. Ama yönetmenlikte bir iki özgün iş yaptıktan sonra, Iron Man 3 gibi yine büyük Hollywood filmlerinin yönetmenliğine yöneldi. “Sıkıldım, tiksindim” dediği ticari işlere geri döndü yani.

“İyi Adamlar” sıradan bir film değil ama. Amerikalıların bir deyimi vardır “hem pastayı yiyeceksin, hem de pastaya hâlâ sahip olacaksın” şeklinde çevrilebilir sanırım. “Hem nalına hem mıhına vurmak” deyimi gibi. “İyi Adamlar”, 1970’lerin “her yol var” haline saygı duruşunda mı bulunuyor, yoksa eleştiriyor mu, çok belli değil. Ya da ikisini birden yapıyor demek en doğrusu. Yetmişler şiddet ve seksin dizginlerinden boşandığı ama bir şeyleri değiştirme umudunun hâlâ yaşandığı yıllar.

iyi-adamlar-gulduruyor-ama-dusunduruyor-mu-139692-1.

Daha açılış sahnesinde bir ikilem var: Bir playboyvari derginin orta sayfa güzeli ve porno yıldızı Misty Mountains kaza yaptığında, dergiye verdiği poza benzer bir şekilde çırılçıplak yere serilir. Bu kanlı poz şimdi erotik mi, komik mi yoksa acıklı mı? Yönetmen hepsi birden olsun istemiş. Ahlaki kaygılarınızı geri plana atıp, film işte diye seyretmeniz gerekiyor “İyi Adamlar”ı. Ama yine tam olmuyor çünkü filmin karamsar bir politik mesajı var! O mesaj da şöyle bir şey: Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık bir arpa boyu yol gitmişiz! Yani, ne yaparsan yap pek bir şey değişmez. Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul olur, oyunun kazananları bellidir... Shane Black sanırım sadece dış dünyada olan biten üzerine değil kendi kariyeri üzerine de yapmış bu yorumu. Ticari Hollywood dünyasından bir türlü uzaklaşamamasını da anlatıyor sanki.

Film tam olarak 1977’de geçiyor. 1977, punk’ın zirve yaptığı (filmde “Never Mind The Bullocks, Here Is The Sex Pistols”ın afişi görünüyor), hippie kültürünün tabutuna son çivinin de çakıldığı yıl. Ve tabii çok daha apolitik, çok daha sağ 80’lerin de hemen eşiği. Batılı beyaz gençlik kültürünün son ve çoğu zaman nihilist başkaldırısıyla, pırıltılı seksenlerin arasındaki sınır yılı. Sex Pistols’ın ünlü sloganı “no future”dı, yani gelecek yok!

Filmin iki kahramanı da bir tür kaybeden. Jackson Healy (Russel Crowe) ve Holland March (Ryan Gosling) kadınsız adamlar. Biri boşanmış, diğeri karısının ölümünü engelleyememiş. Sonuçta ikisi de kaybetmiş. Detektif Holland’ı ayakta tutan 13 yaşındaki kızı Holly’nin (Angouri Rice) varlığı, yoksa kendine acıma ve kendinden nefret sarmalında alkole boğulup gidecek. Healy ise adam döverek para kazanıyor. 70’lerde yetişkin adamların küçük kızlarla ilişki kurması Batı’da meşru bir şeydi. Brooke Shields ve Nastassia Kinski o dönemin çocuk seks sembolleriydi. David Hamilton, küçük kızların çıplak fotoğrafları ve başrolde olduğu filmlerle bir kariyer yapmıştı. Healy’nin yaptığı işler arasında, ailelerin isteği doğrultusunda bu tarz ilişkiler kuran adamları dövmek önemli yer tutuyor. Film bana burada da ikili oynuyor gibi geldi. Bu iddiamı savunacak fazla delilim yok doğrusu. Ama Holland’ın küçük kızı Holly, öyle ortamlara giriyor ki film boyunca, bir seks objesi olarak düşünülmesine ramak kalıyor. Mesela bir porno film seyrediyor... Öte yandan Holly, filmin en saygıya değer kişisi. İnsani değerleri, filmin kahramanı iki erkek değil, Holly temsil ediyor.

Ölen hippie kültürü ise hem alay konusu hem de idealizmiyle saygı duyulan bir şey filmde. Hava kirliliğini protesto eden ve kuşların yaşam hakkını savunan hippie eylemi düpedüz gülünç, filmde. Fakat filmin iki baş kahramanının aradığı kişi olan hippie Amelia’nın (Margaret Qualley) “faşist” olarak nitelendirdiği, devlet/sermaye iktidarına değin söyledikleri sonuçta doğru çıkıyor. Bu öyle bir iktidar ki, kendi çocuklarının başını yemekten bile çekinmiyor.

Filmin konusunu anlatmadım çünkü önemsiz ve saçma. Tıpkı Amelia’nın deneysel filminde cinselliği seyirciyi tavlamak için kullanması gibi, filmin her şeyi sonuçta bir MacGuffin. Filmin asıl amacı, iki kahramanının girdiği komik durumlar üzerinden seyirciyi güldürmek ve belki de buralara nereden geldiğimizi göstermek. Güldürme konusunda doğrusu başarılı da oluyor. Ryan Gosling’in performansı çok, çok iyi. Crowe, fazla ciddi kaçıyor bu filme ama performansı batmıyor. Genç oyuncu Angouri Rice da müthiş. Dönem atmosferi de iyi yaratılmış. Shane Black’in şimdilik en filmi bu. Filmin akla Chinatown, Taxi Driver ve Boogie Nights gibi birçok filmi akla getirdiğini de söyleyebilirim. “Güldürüyor ama düşündürüyor mu?” derseniz, eh onu da bir miktar yapıyor. Sonuçta bu filmin bir mesajı var: Kaybedenler hep kaybeden kalır ve iyi insan olmak yine de önemlidir! Çünkü kazanan kötülerin hayatı hiç de matah değildir. İstikbal (gelecek) diye bir şey vardır ve o gençlerindir!

***

Haftanın önemli sinema etkinliği
Bu haftanın en önemli sinema etkinliği üç usta yönetmene Mimar Sinan Üniversitesi tarafından verilen onursal profösörlük unvanı ve bu yönetmenlerden Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” adlı filminin Prof. Sami Şekeroğlu Sinema TV Merkezi öğrencileri tarafından restore edilen halinin gösterimiydi.
Memduh Ün vefat ettiğinden, profösörlük unvanı ve cübbesi Fatma Girik’e verildi. Girik ağlamaklıydı ve sahnede pek kalmak istemedi. Feyzi Tuna ve Duygu Sağıroğlu ise memnuniyetlerini dile getiren kısa konuşmalar yaptılar. Gecenin en renkli konuşması tabii ki Sami Şekeroğlu’nundu. Sinemacıları iğneleyen Şekeroğlu, hepimizi gülümsetti. Anılarını bence yazmalı, bir kenarda dursun. Yayımlanmasını sonra düşünür.

1964 tarihli “Bitmeyen Yol” sinemamızın ilk solcu filmlerinden biri. Köyden kente göçü ve şehirde tutunmanın ve çalışmanın zorluklarını anlatan filmin çok eksiği ve kusuru var. Bunların başında kadın düşmanlığı geliyor diyebilirim. Filmin “femme fatale”leri birden fazla. “Bitmeyen Yol”un, sınıfsal bir öfkenin yanı sıra, belki de ondan daha çok erkeğin, cinselliğine sahip çıkan, şehirde görece özgürleşmiş kadından korkusunu anlattığını söylemek sanırım yerindedir. Bugün Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz için sıkça söylenen kadın düşmanlığının, kökü çok eskilere gidiyor sinemamızda. Ve maalesef bu eğilim, solcu sinemadan da geçiyor.​