Bu aralar, dikkatimi çeken iki TV dizisi oldu, biri “The Good Place”, diğeri “Russian Doll”… İkisi de ölüm ve ilişkilerle ilgili. Ölüm ve kişiler arası ilişkiler de akla ilk olarak yalnızlığı getiriyor. Hiçbir çağda günümüzdeki kadar yalnızlık korku veren bir mesele halini almamıştı. ABD’deki stand-up şovların da genel olarak konularının ölüm ve ilişkiler üzerine olduğunu […]

İyi bir yer…

Bu aralar, dikkatimi çeken iki TV dizisi oldu, biri “The Good Place”, diğeri “Russian Doll”… İkisi de ölüm ve ilişkilerle ilgili. Ölüm ve kişiler arası ilişkiler de akla ilk olarak yalnızlığı getiriyor. Hiçbir çağda günümüzdeki kadar yalnızlık korku veren bir mesele halini almamıştı. ABD’deki stand-up şovların da genel olarak konularının ölüm ve ilişkiler üzerine olduğunu görürüz. Yerli TV dizilerinde de seyircilerin bol entrikalı dizileri tercih etmesi, günümüzün en yaygın meselesinin ilişkiler olduğuna dair bir fikir veriyor aslında. Ya da boşanmalardaki artış…

“The Good Place”, Eleanor Shellstrop adlı, yaşamını bencil çıkarları üzerine kurmuş, insanları kullanılacak nesneler olarak yaşamış, ânı yaşamayı her şeyin üzerinde tutmuş genç bir kadının ölüp gözlerini bir bekleme odasında açmasıyla başlıyor. Adını seslenerek onu görüşme odasına çağıransa, Ted Danson’ın canlandırdığı Michael adlı bir iblis. Eleanor’un aslında bir karışıklık nedeniyle yanlışlıkla “İyi Yer”e geldiği, gerçekte yaşarken yeterince iyi yaşayarak puan toplayamadığı anlaşılır. Ama ne tesadüftür ki, “İyi Yer”de, herkesin bir de ruh eşi vardır ve Eleanor’un ruh eşi de etik üzerine çalışan genç bir felsefe profesörüdür. Bundan sonra, Profesör Chidi, Eleanor’a “İyi Yer”de yaşamaya hak kazanabilmesi için gizlice felsefe dersleri vermeye başlar, ona nasıl iyi olunabileceğini öğretme gayretine girer. Chidi’nin de temel problemi, herhangi bir durumda seçim yapamamasıdır, ki bu da günümüz insanının temel sorunlarından biri. Ama “İyi Yer”de başkaları da vardır. Gerçek hayatta yan yana gelmeyecek bu insanlar arasında, felsefe profesörünün de etkisiyle bağlar kurulmaya başlar ve iblislerin neden olduğu zorlukların üstesinden dayanışmayla gelmeye çalışırlar.

“Russian Doll” da, New York’ta bohem bir hayat yaşayan Nadia Vulvokov’un doğum gününde ölüp sürekli aynı geceye dönmesiyle başlıyor. Bu da bir komedi dizisi ve Nadia’nın seçimleriyle, ilişkileriyle, yalnızlığıyla ve hayatı algılayışıyla ilgili sorunlar ve farkındalıklarla ilerliyor hikâye, ta ki bir insanla gerçekten bir ilişki kurup dayanışmayı keşfedene kadar. “Russian Doll”, tam anlamıyla psikoterapide izlenen bir yönteme göre kaleme alınmış, Matruşka bebeği gibi insanın iç içe geçmiş katmanlardan oluştuğunu gösteriyor. Zaten dizide bir de psikoterapist var, Elizabeth Ashley’nin canlandırdığı…


Leslye Headland, Natasha Lyonne ve Amy Poehler’in yarattığı dizide Natasha Lyonne, Charlie Barnett ve Yul Vazquez başrolleri paylaşıyor

İki dizide de, hayata anlam katan şey, “öteki”yle kurulan ilişki. Bu iki dizi üzerine düşünürken, aklıma Jean Paul Sartre’ın “Gizli Oturum” adlı tiyatro eseri geldi, “Cehennem başkalarıdır” sözünün geçtiği. “The Good Place” gibi diziler de, meseleye iyimser bir açıdan yaklaşıp, “cehennem başkalarıysa, cennet de başkalarıdır”a getiriyor sözü. Sartre’ın yazdığı oyunda ileri sürdüğü tespit, kişinin kendisiyle ilgili sahip olduğu bilgiyi, tercihleri, hatta sorunları, gerçekte başkalarının bakışaçısıyla oluşturduğuydu ve bu tespitte hiç de haksız sayılmazdı. Ama çözüm yalnızlıkta değildi, sınırlarda, bireyin kendisini gerçekleştirmesine olanak veren benliğinin sınırlarında… Günümüzde ilişki denilence, “bir olma”yı ve sınırsızlığı anlamak da bir başka sorun ve asıl cehennem, bu iç içe geçmiş ilişkilerde yaşanıyor. İlişki bir göle benzetilirse, bireylerin tercihleri ve farklılıkları da o gölü besleyen dereler olarak düşünülebilir. “Bir olmak” adına derelerin önüne bentler inşa edilirse, göl bir bataklığa dönüşür ve insanları içine çekip yutar. “Bir olma” yalnızlığı içsel bir boşluk olarak yaşayanlar içinse bebeklik dönemine kadar uzanan daha büyük bir ihtiyaç.

Aslında bu türden TV dizileri ve yazılan romanlar, günümüz insanının gerçekte neye ihtiyaç duyduğunu ve çözümü nerelerde aradığına dair iyimser bazı ipuçları da sunuyor. Kierkegaard’ın “bayağı ve tutkusuz” diyerek lanetlediği bu çağ, eninde sonunda kendi çözümlerini üretecek.