İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışması’nda ilk günlerin karamsarlığı, ikinci yarıda izlediğimiz birkaç filmle bir ölçüde de olsa dağılırken, jüri ödülleri üç genç yönetmen ile bir usta arasında paylaştırdı. Bu yıl İstanbul Film Festivali epey acılıydı.

İyi filmin formülü yok

41. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde pek parlak bir tablo ile karşılaşmadığımızdan söz etmiştim geçen haftaki yazımda. Avrupa sinemaları her zaman olduğu gibi ön plandaydı. Altın Lale’yi kazanan Arjantin asıllı Fransız yönetmen Gaspar Noe’nin yönettiği “Vortex”in yanı sıra, Fransız yönetmenler Xavier Giannoli’nin “Sönmüş Hayaller”i, Claire Denis’in “Bıçağın İki Yüzü”, Laurent Cantet’in “Arthur Rambo”, İspanya’dan Carla Simon’un “Alcarras” ve Katalan yönetmen Fernando Leon Aranoa’nın “İyi Patron”, Almanya doğumlu yönetmen Cem Kaya’nın “Aşk, D-Mark ve Ölüm”, Andreas Dresen‘in “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı”, Uluslararası Jüri’nin başkanı Norveçli yönetmen Bent Hamer’in “Aracı”, Rusya’dan Natalya Merkulova, Alexey Chupov’un “Yüzbaşı Volkonogov Kaçtı” ve Koreli Hong Sang-soo’nun “Romancının Filmi” festivalin en iyileri arasındaydı. Belçikalı yönetmen Laura Wandel’in “Oyun Alanı” da Genç Jüri’nin verdiği ‘Genç Usta’ Ödülü’nün sahibi oldu.

Ulusal Yarışmada ise iyi filmler, yarışan film sayısının (12) yarısı kadar bile değildi. Elbette, iyi film nedir diye soranlar olacaktır. Bana kalırsa, iyi filmin öncelikle bir derdi, anlatmaya değecek bir meselesi olmalı, sonra bunu en iyi anlatacak biçimi bulmalı. Tabi ki, bir derdi olmayan güzel filmler de olabilir; tutkulu bir aşk öyküsü içeren, bu öykünün talep ettiği biçimi bulmuş bir müzikali reddetmek mümkün mü? Bazı yönetmenler bir hikaye ile başlamaz filmine, bir görüntü filmlerine çıkış noktası oluşturabilir, ya da bir an… Bertrand Tavernier, bir filminin -sanırım “Naklen Ölüm”dü- çıkış noktasının bir evin kırılmış camının gazete ile kaplanmış görüntüsü olduğunu anlatmıştı bir söyleşimizde. Ulusal Jürinin başkanı Onur Ünlü de, festivaldeki söyleşisinde bir ‘an’dan -bir kadının komşusunun çocuğunu kucağına alırken yere düşürüp, ölümüne sebep olması- yola çıkarak bir film hikayesi çıkarılabileceğini anlatıyordu.

Demek istediğim, iyi filmin formülü yok. İlle de toplumsal bir meseleye değinmek zorunda değilsiniz (ama yaşadığınız ortamda suya sabuna dokunmadan nasıl film yaparsınız, o da ayrı mesele). Ayağınızı sağlam bastığınız bir çıkış noktası varsa, gerisi yeteneğinize kalır... Ama, herkes film yapacak diye bir mecburiyet yok. Gene Onur Ünlü’ye başvuralım: derdinizi bir başka yollarla da anlatabilirsiniz, öykü yazabilirsiniz, resim yapabilirsiniz, şarkı yazabilirsiniz... Bütün bunlar öykünüzü anlatamaya yetmiyorsa, o zaman film yapın” diyordu Ünlü.

BİR USTA VE GENÇLER

Onur Ünlü başkanlığında, sanatçı-eğitmen İnci Eviner, oyuncu Demet Evgar, yapımcı Marsel Kalvo ve görüntü yönetmeni Barış Özbiçer’den oluşan jürinin verdiği ödüller fazlaca tartışılmadı. Çünkü belli bir düzeyin üstündeki tüm filmler ödül listesinde yer alıyordu; iyi filmler arasında bir denge aranmıştı. En İyi Film ödülünün Ukraynalı Maryna Er Korbach’ın “Klondike”ına gitmesi, sinemanın toplumsal sorumluluğuna dikkat çekmesi açısından anlamlıydı. Ama aynı zamanda pek çok filmde olmayan bir sinema duygusuna sahipti. Yönetmenin ikinci filmi olan “Klondike” güncel bir temayı, Ukrayna’nın Rusya sınırında, Rus kökenli ayrılıkçılarla milliyetçi Ukraynalıların yan yana yaşadığı bir köyün Ruslar tarafından işgaliyle yaşanan insani trajediyi gündeme getiren ‘humanist’ bakış açısıyla gerçekleştirilmiş bir ortak yapımdı. Yönetmenin bir Türk’le evli olması ve eşinin ortak-yapımcılardan biri olması dışında, tüm ögeleriyle Ukrayna kültürüne ait bir filmdi. Ukraynalı oyuncular çok başarılıydı. Sviatoslav Bulakovski de bu filmle En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü kazandı. Merak ediyor olabilirsiniz: ‘Klondike’ deyimi bir zamanlar altın arayıcıların istilasına uğrayan Kanada-Alaska sınırında bir bölgenin adıymış.

Fantastik bir anlatımla toplumsal bir eleştiri getiren “Kerr”in En İyi Yönetmen (Tayfun Pirselimoğlu) ve En İyi Sanat Yönetmeni (Natali Yeres) ödüllerinin yanı sıra başka dallarda da ödülü hak ettiği söylenebilirdi. Görüntü Yönetmeni Andreas Sinanos her zamanki gibi usta işi bir çalışma ortaya koymuştu, Nikos Kypourgos’un müzikleri çok iyiydi. Erdem Şenocak, Jale Arıkan ve Rıza Akın çok başarılı oyunculuklar sergiliyordu. Ama, belli ki, umut vadeden gençleri desteklemeyi tercih etmişti Jüri. Bu yıl üç genç yönetmenin ilk filmleri yarışmanın en iyileri arasında yer alıyordu: Ziya Demirel’in “Ela ile Hilmi ve Ali”, Nazlı Elif Durlu’nun “Zuhal” ve Ali Kemal Güven’in “Çilingir Sofrası”. Bir genç kızla iki erkek arasındaki ilişkiyi anlatan “Ela ile Hilmi ve Ali” ile bir burjuva kadının dünyasını, kaygılarını, özlemlerini dile getiren “Zuhal” incelikli senaryolarıyla haklı bir başarı kazanarak, En İyi Senaryo ödülünü kazandılar. “Zuhal” aynı zamanda En İyi Kurgu ödülün de sahibi oldu (Selda Taşkın, Buğra Dedeoğlu). “Ela ile Hilmi ve Ali”nin başrolünü üstlenen Ece Yüksel En İyi Kadın Oyuncu seçilirken, genç oyuncu Denizhan Akbaba da mansiyon kazandı. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü “Çilingir Sofrası”nın iki başarılı oyuncusu Ahmet Rıfat Şungar ile Barış Gönenen paylaşırken, film aynı zamanda Jüri Özel Ödülü’nün de sahibi oldu. Bu üç filmden daha sonra tekrar söz etme vadiyle, gelelim festivalin diğer tarafına.

İĞRENÇLİK İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE GİRMEZ

Ulusal Yarışma’da izlediğimiz filmlerin önemli bir bölümü, film yapmayı kafasına takmış gençlerin ürünleriydi. Bunun için gerekli birikime sahip olup olmadıklarını düşünmeden bu işe soyunmasalar daha iyi olurdu. Soner Caner’in “Mukavemet”i, bir apartmanın bodrum katında yaşayan bir delikanlı ile sevgilisi genç kadının kapısını çalan kadının eski sevgilisinin delikanlı tarafından öldürülüp, cesedin banyoda parçalara ayrılmasını anlatıyor bir saat kırk dört dakika boyunca. Güya, erkek şiddetini anlatıyormuş; bana kalırsa Amerikan B-filmlerindeki canavarlıklara özenip, seyirciyi şoke ederek kendisinden söz edilmesini amaçlamış yönetmen (bakın ben de aynı tuzağa düştüm!). Burada sorun yönetmende değil, filmi festivale seçen festival direktörü ve ön seçici kurulda. Yeterince iyi film yoksa (40 küsur film arasından seçmişler 12 filmi) pekala 10 filmde kalınabilirdi. Ha, bir başka sorunlu kesim daha var, filmi alkışlayan bazı seyirciler. Onlara ne diyeceğimi bilemedim…

Tareq Daoud adlı Afgan göçmenin yönettiği “Yaban”, ne anlatacağına karar verememiş, nasıl anlatacağını da bilememiş bir yönetmenin ilk filmi. Yönetmen Küba’da okuduğunu söylüyor (Küba’daki sinema okuluna bu filmi gösterse ne derler acaba?) Ünlü bir televizyon programcısı olan eşinden ayrılan bir Fransız kadının, çocuğunun velayetinin babasına bırakılması üzerine çocuğu alıp Bulgaristan’a kaçma öyküsünü anlatmaya soyunmuş yönetmen, oyuncusuna da yazık etmiş… “Dört Duvar” ise başka bir üzüntü kaynağı oldu. Başarılı filmlerini izlediğimiz İranlı yönetmen Bahman Ghobadi, Türkiye için fazlaca ‘lüks’ bir sorun üstünden film yapmaya kalkmış. Adamın evinin önündeki küçük bir aralıktan deniz manzarası görülüyormuş, o aralığa bir bina yapılınca adam isyan etmiş… Hareket noktası zayıf olunca, ortaya doğru dürüst bir film çıkamıyor işte.

Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun “Birlikte Öleceğiz”i farklı yönetmenlerden -özellikle Won Kar-vai sinemasından- etkilenerek biçimsel arayışlar içine giren iki yönetmenin popüler müzikler eşliğinde anlattığı bir aşk masalı. Kısa film olsaydı daha iyi olurdu bence. İffet Eren Danışman Boz’un ”Turna Misali”, göçerlerin (Sarıkeçili yörüklerin) öyküsünü anlatmak üzere yola çıkıyor, ama Alevi kültürünün zenginliğinden beslenen bu yaşam tarzının bazı ögelerini beyazperdeye getiremiyor (TRT ve Bakanlık desteğinin sonucu mu dersiniz?) Amatör oyuncularla çekilen bu yarı-belgeselin en güzel yanı Eyüp Boz’un başarılı görüntüleri. Yarışmada En İyi Müzik ödülünü (Taner Yücel) kazanan Gizem Kızıl’ın “Bana Karanlığını Anlat”ı, bir gasilhanede ölü yıkanırken aile fertleri arasındaki çatışmayı ve erkek egemen toplumda kadının aile içinde yaşadığı kabusu konu alıyor ama senaryo ve sinemasal anlatımın diğer ögeleri açısından yetersiz kalıyor. Kara mizah içeren filmleriyle sevdiğimiz Kürt yönetmen Ali Kemal Çınar’ın Erhan Sunar’ın romanından uyarladığı “Geceden Önce”, Diyarbakır’da Sur’daki çatışmalar sırasında bir evin fertlerinin yaşadıklarını üç ayrı bakış açısından vermeye çalışıyor, ama dışardaki çatışmanın bireyler üzerindeki etkisini yeterince anlatabildiği söylenemez. Çınar’ın kendi tarzına dönmesi hayırlı olur bence… Filmlerden en az dördünün öyküsü (Sur’dakileri hesap dışı tutarak) bir cenaze etrafında şekillenmişti. Dönemin ruhu mu dersiniz? Kısacası, epey acılı oldu bu yıl İstanbul Festivali…