23 Ekim’de ressam, yazar Tarık Sipahi hayatını kaybetmişti. Dün ise yönetmen Bernardo Bertolucci’yi kaybettik. Tarık, Bertolucci ve benim daha önce kesiştiğimiz bir nokta var

İyi ki vardılar

23 Ekim’de Tarık Sipahi hayatını kaybetti. Tarık, ressamdı; hikâye, şiir, roman yazarıydı ve gazeteciydi. AnaBritannica Ansiklopedisi’nde çalışıyorduk ikimiz de; orada tanıştık. Aramızda 16 yaş fark vardı ama arkadaş olduk. Yıl 1987’ydi. O dönem çok gezdik AnaBrittannica’cılar olarak. Kimsenin arabası yoktu. Minibüs tutar kuzey Ege’de gezerdik. Assos’u keşfetmiştik ve büyülenmiştik. Tarık bu gezilerin ayrılmaz parçasıydı. O gezilerde minibüste dinlediğimiz müzikler ve çevrede gördüklerimiz başta Eleni Karaindru olmak üzere aklıma kalıcı şekilde işlenmiştir. Bir de Goran Bregovic&Iggy Pop şarkısı “The fish knows everything” vardı ki üzerine bir dizi resim yapmıştı Tarık. Tabii ki balık her şeyi bilir, onun için düşünmesine gerek yoktur!

Tarık’tan Tom Waits’i öğrenmiştik bir de. Tom Waits, Tarık’ın alter-egosu (öteki beni) gibiydi. Yani sanırım onunla bir özdeşleşme yaşıyordu. Tanıdığım en bohem (?) adamdı Tarık. Aslında doğru mu bu tanım bilmiyorum ama bana sanki ona uyuyor gibi geliyor. Evi, evden başka her şeye benzerdi. Yatacak bir döşek yeterli eşyaydı Tarık için. Mala, mülke önem vermezdi. Sorun şu ki, sizin malınıza mülkünüze de önem vermezdi. Cebinde beş lira varsa, ki zaten daha fazla pek olmazdı, size verirdi düşünmeden. Sizinkini de size sormadan alabilirdi ama. Bu yüzden belki, fazla arkadaşı olmadı. Tarık’tan bir de İstanbul’un erguvanlarını sevmeyi öğrendim. İlk diktiğim ağaç bir erguvan ağacıydı, son radyo programımın adı da Erguvani İstimbot. Aslında bunlardaki Tarık etkisini bugüne kadar hiç düşünmemiştim.

Önemli olan resmin yapılmasıydı
Tarık Sipahi’nin bazı kitaplarının adlarını vereyim: Dokuz Öpüşen Balık; Köprücücesi; Lacivert Kedi; Hala Kitabı; Üsküdar; Dilsiz Martı vs.. Sanırım ilkini bulmak en kolayı. Ve de sayısız resmi var Tarık’ın. Bir türlü satamadığı... Neredeyse bedava vermeye hazır olduğu... Ne bulursa onun üzerine yapardı resimlerini çoğunlukla. Atılmış suntalar, aynalar. Bazen de olması gerektiği gibi tuvale. Önemli olan resmin yapılmasıydı, neyin üzerine yapıldığı değil. Tuval için para gerekiyordu ayrıca.

Tarık umarım ışıklar içinde uyumuyordur, biri ışıkları söndürmüştür. Yok o ışıklar yanıyorsa da, uyuyamadığı için küfür ediyordur. Yine de... Ruhun şad olsun be Tarık! Tarık Sipahi iyi ki vardı, iyi ki hayatıma girdi. Hakkını helal etmiştir umarım, benimki de helal olsun.

Freud ve Marx’tan etkilenmişti
Bernardo Bertolucci’yi kaybetmişiz dün. Tarık, Bertolucci ve benim kesiştiğimiz bir nokta var. Hayatta profesyonel bir dergide yayımlanan ilk sinema yazımın adı “Paris’te Son Tango ve Çölde Çay”dı ya da buna benzer bir başlığı vardı. Yazıda, Bertolucci’nin iki filminde gördüğüm tematik benzerlikleri anlatmıştım ve 1992’de aylık Antrakt Sinema Dergisi’nde yayımlanmıştı. Bu benzerlikleri önce Tarık’a anlatmıştım, o da yazsana, Antrakt’ta tanıdıklarım var, yayımlattırırım demişti. Sanırım Serhat Öztürk’tü o tanıdık. Ben de yazmıştım ve her zaman yarı amatör kalacak olan film eleştirmenliğime bu şekilde başlamıştım.

Bertolucci mühim yönetmendir. Freud ve Marx’tan etkilenmiştir ve filmlerinde bu iki düşünürün izleri bulunur. Çoğu entelektüel gibi o da son dönemlerinde dünyanın gidişatından, reel sosyalizmin çöküşünden etkilenmiş, giderek “konformist” biri olmuştur (Il Conformista!).

Bertolucci denilince akla ilk gelen film Paris’te Son Tango’dur (PST; 1972) halâ. O yıllarda sadece Marksizm değil, film eleştirisi de çok önemliydi ve Pauline Kael gibi sinema yazarlarının değerlendirmelerine herkes kulak kabartırdı. New Yorker dergisinde çıkan yazısında Kael, PST’nin etkisini, Stravinsky’nin Bahar Ayini’nin ilk temsilinin etkisine benzetmişti. Yani şoke eden, şaşırtan, infial yaratan, sarsan ve hayran bırakan büyük bir sanat eseri. Genç yaşıma ve aşk-meşk ilişkilerindeki azıcık tecrübeme rağmen PST’yi ilk izlediğimde ben de çok etkilenmiştim. Ne biliyordum ki o dönemde bu filmden bu kadar etkilenmiştim? Hatırlamıyorum. Ama karısının intiharının ardından, hayatla son bağını da kaybeden, zaten karısını da hiç tanımadığının farkına varan, topsumsallığından sıyrılıp bir hayvan gibi cinsellik yaşamaya çalışan ama nihayetinde ilişki kurduğu genç kızı sevmeye başlayan, yeniden toplumsal hayata katılmaya karar verdiğinde ise öldürülen ve ana rahmindeki bir cenin gibi kıvrılıp kalan filmin kahramanı Paul’den çok etkilenmiştim. Filmin Marksist bir yanı varsa, o da burjuva toplumuna en az filmin kahramanı Paul kahramanı kadar tepki duyuyor oluşuydu. Freudyen yanı ise... O zamanlar Freud’u pek bilmezdim açıkçası ama “uygarlığın huzursuzluğu” diyebiliriz belki de (kitabı okuduğum sanılacak, okumadım).

PST’yi son seyrettiğimde o ilk etkiyi yaratmamıştı. Hatta bayağı misojen olduğunu da düşünmüştüm. Yıllar sonra Bertolucci, filmin meşhur seks sahnelerinden birinde tereyağı kullanmaya, Paul’ü canlandıran Marlon Brando’yla birlikte karar verdiklerini ve bundan Maria Schneider’i haberdar etmediklerini komik bir şeymiş gibi anlatmıştı. Evet, yönetmenler şaşırtmayı bir oyuncu yönetme yöntemi olarak kullanırlar. Ama iki erkeğin ‘oyuncu yönetme’ adı altında böyle bir tecavüz sahnesinde bir kadın oyuncuya bunu yapmaları kesinlikle kabul edilemez. Bu arada medyada, tereyağıyla sınırlı olan bu bilgi saklama, Maria Schneider’in sahnenin tümünden habersiz olduğuna evrildi. Ayrıca Marlon Brando sanki o sahnede Maria Schneider’e gerçekten tecavüz etmişti! Bunlar da medyanın yapmaması gereken çarpıtmalardı.

Bertoluci yıllar sonra Çöl’de Çay’da, sanki PST’nin eşini kaybeden erkek kahramanının yerine bir kadını koydu. Çölde Çay’ın kahramanı Kit (Debra Winger), eşinin ölümünden sonra tıpkı Paul’ün yaptığı gibi, çocuk yaşta bir eş bulup onunla cinselliğe dayanan, “dilsiz” bir ilişki kurmuştu. Bertolucci’nin Oscarlarda sansasyonel bir başarısı da oldu: Son İmparator 9 Oscar kazandı. Görkemli bir filmdi ama o kadar önemli miydi, emin değilim.

***


Ve Roeg...

Son olarak Nicholas Roeg’i de anmak isterim. Çocukluğumun en etkili filmlerinden biriydi “The Walkabout”. Son filmi The Puffball’la Antalya Film Festivali’ne gelmişti Roeg. Ben filme bayılmıştım. Roeg’e basın toplantısında filmi sanki perdeye yapışmış bir şekilde seyrettiğimi söylediğimde sevindiğini hatırlıyorum. Ama sonra filmde neyi anlamadığımı ifade edememiş, sanki onu hayal kırıklığına uğratmıştım. Saçma belki ama, bugüne kadar içime dert olmuştur bu olay. Belki o günden belliydi bu filmin Roeg’in son filmi olacağı. Çok yaşlıydı yönetmen ve filmi beğenen benden başka pek kimse yoktu. Ben de filmi anlamamış ama çok beğenmiştim. Evet, böyle şeyler de oluyor. Neyse öbür dünyada Roeg’i bulup derdimi daha iyi ifade etmeye çalışacağım. Bertolucci ve Roeg’in de ruhları şad olsun. İyi ki vardılar, iyi ki filmleriyle hayatımıza girdiler.