Çoğu gün iyi uyanıyorduk, şairin dediği gibi, bir dilim ekmek, bir iki zeytinden başka bir şey de aramıyor, hüznümüzü yakamıza bir çiçek gibi takıp sokağa çıkabiliyorduk. Ama olmuyordu işte, sokakta köşe başını dönerken birden karşımıza çıkıyordu haksızlık, savaş, ölüm… Barış Anneleri, üzerlerine biber gazı sıkılarak tartaklanıyor, Suruç Katliamı’nda yaralanan Vatan Budak hayata gözlerini yumuyor, bir parti lideri “şerefsizler” diye hönkürerek linç çetelerini kışkırtıyor, savaş uçakları köyleri bombalayıp çoluk çocuk demeden katlediyor, gazeteler, televizyonlar savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ediyordu. Yakamıza taktığımız çiçek soluyor, iyi uyandığımız günleri unutuyorduk. Bir şiirin içindeymiş gibi yaşayamıyor, sosyolojik izahlara başlıyor, çareler düşünüyor, yoruluyorduk… Onuru sürekli kırılan bu dünyada bir şiirdeymişçesine yaşamanın çaresi yok muydu? Sevdiğimiz yazarların roman kahramanlarına gidiyor, onlara danışıyorduk. Ağız birliği yapmışçasına diyorlardı ki, “Ne yapıyor, ne yaşıyorsanız hakkını vererek yaşayın. Sevişir ya da canınız sıkılırken, inandığınız bir doğruyu savunur ya da hakikati ararken… Tren yolculuğu yaparken pencereden bakmakla yetinmeyip başınızı dışarı çıkarmak gibi, anlıyor musunuz…” diyorlardı, “Sizi öldürmek isteyenlerden değil, onlara benzemekten korkun…”


Guy Debord’un dediği gibi “Gerçek; anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık, bir kaza ânı”ysa eğer, hayatı savunmakta ısrar etmekten başka bir çare yok, kazalar çoğalsın diye... Herkes akılsızlığa varacak kadar akıllı hayatlar yaşar, risk hesabı yapmadan nefes alamazken… Ulus Baker’in “Sadece varolmamız bile, belli bir noktada onlara zarar verecektir” sözünü hatırda tutmalı hep.


Bloch’un “dünyaya yardımcı olacak şeyi dünyada aramalı” öğüdüne sıkı sıkıya sarılıyor, insan yaşamında asıl belirleyici olanın gündüz düşleri olduğuna inandığımız için şiiri, sanatı, hapsedildiği o basit kalıplardan, monte edilmiş piyasanın tezgâhından kurtarmak istiyorduk. Çare, içimize kapanıp daralmakta değil, dışarıya doğru genişlemekteydi. Her şey bizi lanet okumaya, içimize kapanmaya, umutsuzluğun düşünsel ve düşsel bataklığına doğru çekmeye çalışsa da, birbirimize tutunup ayakta durmaya çalışıyorduk. Çünkü biliyorduk ki, istedikleri şey, onlar kadar kötü, gaddar ve umutsuz olmamızdı. O zaman daha bir iştahla saldıracaklardı hayata, iyiyi kötüyle, cesareti korkuyla değiştirerek…

Umudun çabuk kırılır, dağılır bir şey olmasının güvensizliklerle ilgili olduğunu biliyorduk; kendimize ve başkalarına güvenmemizden ayrı değildi umuda duyduğumuz güven.


Pavese’in “Kâğıt İçicileri” şiiri, nereye gitsek peşimizden geliyordu, “Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya / gün ışığıyla küfretmeye başlıyorsak: / İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz / aç ama özgür olabilmeli / hayır diyebilmeliyiz…” Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz” kitabında haykırışı karışıyordu sonra bu dizelere: “Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıktan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz.” Galeano, “demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere” hayır derken, “hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine” de hayır demeyi ihmal etmiyordu. Ayrı değildi çünkü, ölen çocuklarla umutsuzluk…


Her şeyin kötüye gittiğine dair algı, bir yanılsamaydı. Spinoza’nın altını çizdiği gibi, “olumsuz tarafından kemirilen bir dünyada, insanın öldürücü iştahını, iyilik ve kötülüğün, adalet ve adaletsizliğin kurallarını” sorgulayan, “olumsuzun bütün hortlaklarını” ifşa etmekten, hayata ve hayatın gücüne inanmaktan vazgeçmeyenler olduğu sürece, iyi uyanacaktık, gidenler iyi uyuyacaklardı…