Türk talim terbiyesinden geçmek durumunda kalanlar, “milli coğrafya” adlı dev saçmalığın yanında, adı itiraf kabul edilebilecek bir dersten daha sorumluydular biz ortaokuldayken, hâlâ da öyledir tahminen: milli tarih. Milli tarih dersine kimse milli tarih demez, herkes ona tarih derdi. Ve en sevilmeyen derslerden biriydi, yine öyledir tahminen. Tarih ve kişi adlarını ezberleyip dururduk.

Lisede buna bir de “inkılap tarihi” eklendi. Yuvadan beri anlatılan ve üniversitede de anlatılacak olan hikâye. Sansürlenmiş. Haliyle en heyecanlı, en dramatik, en trajik yanları anlatılmayan bir hikâye. Kuru. Nedensellikten yoksun.

O kadar önemli noktalara hiç değinilmezdi ki bu tarih derslerinde, amacın tarih öğretmek olmadığını anlamak zaman aldı. Kendi hikâyemden yola çıkarak söyleyebilirim ki şu soruların cevapları, hatta soruların kendileri, Türkiye’de okumuş ve olanları anlamak için ekstra çaba göstermeyen bir gencin kafasında mevcut değildir:

Kurtuluş Savaşı’nda kaç kişi öldü? Ya Çanakkale Savaşı’nda?

Birinci Dünya Savaşı’na giriş biçimimiz oldukça tuhaf değil mi?

Osmanlı’nın son 20 yılındaki İstanbul nasıl bir yerdi?

Cumhuriyet kurulmadan 10 yıl önce, nüfusun ne kadarı gayrimüslimdi? Ya 5 yıl önce?

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan hangi kurumları devralmıştır?

1915’te neler oldu?

Bu soruların sonu yok. Bize yapılanın sonucunuysa psikiyatrist ve yazar Serol Teber şöyle ifade ediyor:

“Türklerin psişik yapılarında, dünyada örneği hemen hemen hiçbir toplumda görülmemiş ve onarılması olanaksızlaşmış büyük travmalar yaşanmış ve yaşanmakta” (Tutunamayanlar’ın Politik Psikolojisi, 2014). “Köksüz ve öksüz kalmışlıklar içinde” ezberletilen dört tarihsel dönem tarif ediyor Teber: Ötügen Ormanları kökenli dönem, İslam-Arap yarımadası aktarmalı “Türk-İslam sentezi” dönemi, Osmanlı dönemi, ve “nasıl gerçekleştirildiği pek açıklanmak istenmeyen ve bu konuda bilinenlerin bile tümüyle unutulması, bastırılması istenen ‘Anadolu’nun Türkleştirilmesi’ ve Türkiye ulus devletinin kuruluş dönemi”. İşte bu dönemlerin her biri Teber’e göre “ayrı ayrı kişiliklere, kimliklere ve psikolojilere ama aynı bilinçdışının bastırılmış unutkanlıklarına dayalı psikopatolojilere” gönderme yapıyor.

Yasını tutamadığımız – çünkü ne olduğunu bilmediğimiz – felaketler birikip duruyor. Öfkeden deliye dönüyoruz, neye öfkelendiğimizi bilmeden. İnkâr ediyoruz, yalan söylüyoruz, itiraz edene öfkeleniyoruz. Neden öfkelendiğimizi bilmiyoruz. Neden bu kadar öfkeli olduğumuzu bilsek, belki iyileşme şansımız olacak.

1908’le 1923 arasında neler yaşandığını öğrenmek zorundayız. Bunu yapmadıkça burnumuzun dibinde yaşananlar üzerinde mutabık kalmak şöyle dursun, en temel insani tepkileri bile paylaşmaktan aciz kalacağız.
Devlet dersinde öldürülen bütün çocukların yasını tutmanın hangi bayrağın nereye asılıp nereden indirildiğinden daha önemli olduğunu bıkmadan tekrarlayarak başlayabiliriz iyileşmeye – eğer iyileşmek gibi bir derdimiz varsa.