Özellikle son bir yıldır giderek derinleşen muktedirler ittifakının dağılma/tasfiye süreci içinden çıkılmaz bir kargaşa oluşturmuş durumda. Kimin kime neden düşman, kimin kiminle ne amaçla ittifak peşinde koştuğu her geçen gün belirsizleşiyor.

İşbirlikleri, ortak hareketler, uzlaşmalar vs zamanın ruhuna uygun bir şekilde akışkan, her an değişebilen bir esneklikte. Dünün ortaklarının birbirinin kuyusunu kazabildiği; dün ipi boynuna geçirdiğinin eline bu gün rahatlıkla silah verdiği, omuz omuza mücadele edenlerin birbirini kırmaya başladığı bir girdap dönüyor. Tüm aktörler bu girdabın içinde aynı anda debeleniyorlar. Kurtulmak için elini uzatan, sıyrılır gibi olduğu anda kendisine el vereni aşağıya doğru tekmeliyor. Bu iktidar mücadelesi gruplar arasında olduğu kadar aynı grup içindeki bireyler arasında da hiçbir ahlaki ilkeye dayanmadan sürüyor.

Büyük altüst oluşun içindeyken güncelin tarihini yazmak, veriyi bir dizge içinde değerlendirip olmakta olanın oldurmaya yöneldiği istikameti öngörmek zor, neredeyse imkânsız. Oysa hızla geldiği açık seçik ortada olan mezhepçi faşizmin ne getireceği ve nereye doğru evrilebileceğine dair üretilecek fikirler hayati önemde. Çünkü kendisi bizatihi hayata ve insana karşı bir düzen, hiçbir kural tanımayarak kıra döke üstümüze geliyor.
Gündelik hayatın yaşanma sürecinin zihinsel tarzları belirleme biçimlerini, inanılmaz büyüklükteki bilgi yığınının niteliğini, temel değişkenleri, temel çelişkileri çözümlemeden; altüst oluşu izleyecek ‘yeni’ nin, nasıl bir yeni olacağına dair bir ‘fikir’ oluşturmadan, gelmekte olan yeniye müdahale etmek, demem o ki ‘doğru siyaset’ yapmak pek mümkün olmayabilir.

Siz yeniye müdahale eden siyasi aktör olduğunuzu varsayarken, o yeninin hiç de ummadığınız, istemediğiniz bir yeni olmasına hizmet etmekten öteye gidemeyebilirsiniz. Bir de bakmışsınız ki başrolde olduğunuzu sandığınız ‘oyunun’ figüranı bile değilmişsiniz.

Basit gibi görünen ama gündelik hayatın yaşanma tarzı ve zihniyetini ortaya çıkarma gücü nedeniyle önemli bir güncel örnekten başlanabilir. Çevremizde çok sık duyduğumuz bir tespit var. ‘Annelerimizin, anneannelerimizin 1940’lı yıllarda Anadolu ilçelerinde çekilmiş fotoğraflarındaki giysilerini bugünün kadınları artık büyük şehirlerde bile giyemezler.’ Toplum öyle gericileşip, tutuculaştı ki kılık kıyafette bile sanki yüzyıl öncesine döndük!

Doğruluğu şüphe götürmez bu saptama karşısında asıl mesele, bu ‘değişimi’ nasıl çözümleyeceğimiz, ardında yatan güç ilişkilerini nasıl tanımlayacağımız. Bu görünür mutaassıplaşmaya bakarak; ‘irtica hortladı, bu dinciler kurulduğundan beri Cumhuriyet’e ve laikliğe karşıydılar, şeriatı getirmek istiyorlar ya da ‘toplum tepeden inmeci modernleşmeye tepki duydu, özüne döndü, böyle yaşamak istiyorsa kim karışabilir’ demek mümkün. İlki kabaca Kemalist, ikincisi yine kabaca liberal bir açıklama, anlama çabası değil mi?

Peki ama bu açık seçik ortada olan ve ‘kılık kıyafet değişiminde’ sembolleşen hali sol (hadi ona da kabaca Marksist devrimci diyelim) nasıl okumalı? Teknik gibi görünse de bu olup bitenin gericileşmek mi yoksa gerilemek mi olduğu sorusu önemli. Toplum istediği hayat tarzını mı yaşıyor, yaşamak zorunda kaldığı hayat tarzı karşısında bir tür korunma çabasıyla geçmişe doğru geriliyor mu? Bu okuma, pratiğe dökülecek olan siyasetin ne olması gerektiğini belirleyeceği için hayati önemde, değil mi?

Bu gerilemede ‘geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağıran, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alan, tarihin bu andaki sahnesine geçmişin kılığı ve ödünç diliyle çıkmaya kalkanların’ etkisi ne?

Ancak bu soruya yanıt verebildikten sonra, içinde bulunduğumuz zamanın şu somut 2014’ten 2015’e doğru akan güncelin daha özgür, daha eşit, daha adil bir dünya siyasetini kurmak için çalışmak olası olacak. O vakit kargaşanın neden olduğu kötümserliğin üstesinden gelmek, tersine iyimser olmak için ne çok nedenimiz olduğunu da görmemiz mümkün.

Gönlümüzce bir gelecek için umut ve cesaret…