Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘İyimser Olmayan Umut’ adlı kitabında ilk çağlarından günümüze dek varlığı olgu olarak kabul edilen ‘umut’un Marksist düşünürler tarafından nasıl ele alındığı üzerinde de duruyor

İyimserliğin banalliği

MELİKE UZUN

Bardağın yarısı boşsa, size dolu tarafını görmenizi önerenler hep bulunur. Dolu tarafı gördüğünüzde soru sormayacak, analiz yapmayacak, diğer yarıyı da doldurmak için harekete geçmeyecek, dolayısıyla statükoyu sarsacak herhangi bir eyleme girişmeyeceksinizdir. Var olan durumu korumaya dönük bir çabadır bu. Adına iyimserlik denebilir ama umut denemez. Umut, yarısı boş bardağın diğer yarısının da dolmasının olanaklarını araştırmak, dahası hangi koşullarda hangi oranda dolabileceği üzerine düşünmektir. İyimser Olmayan Umut’ta Terry Eagleton tam da bu noktada iyimserlik ile umut arasındaki ayrımı, umut kavramının felsefe tarihinde ele alınışını; edebiyata, özellikle İngiliz edebiyatına yansımasını anlatıyor.

Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü İyimserliğin Banalliği’ni Umut Nedir, Umudun Filozofu, Umuda Karşı Umut takip ediyor.

Film izleyen çoğu kişi, filmin kararan bir güneşle değil de gün doğumu sahnesiyle bitmesini tercih eder, ya da ölen karakterin yeni doğan çocuğu kucakta taşınıyor olmalıdır. Kitaplar için de böyle. Bir romanın sonunda iki sevgili, anneyle çocuk kavuşmasa da kavuşma ihtimali vurgulanmalı, aşk hümanizm ekseninde anlatılmalı ki umutlu edebiyat yapılmış olsun, hem de çok okunsun. Bu talep, iyimserlik ve umut kavramlarının yer değiştirmesinden kaynaklanır. İyimser olmayan yazar “umutsuzluk”la itham edilir. Oysaki iyimserliğin içerdiği koşullar umudun varlığını gereksiz kılar. İyimserlik bir inanç meselesi iken, umut, öğrenilebilir bir varoluş halidir. Bu haliyle umut bir erdemken, iyimserliğin bir erdem olarak lanse edilmesi yanılgıdır. İyimserler neredeyse umutsuzdurlar, çünkü umuda ihtiyaçları yoktur. Aslında yazarın, yönetmenin çokçası “sert” sözcüğüyle tanımlanan dili ve üslubu umutsuzluğa denk düşmez; o, iyimser değildir, o kadar.

Kitapta, ilk çağlarından günümüze dek varlığı bir olgu olarak kabul edilen, iyimserlik kadar, ummak fiili ile; arzu, beklenti kavramlarıyla da birlikte düşünülen “umut”un Marksist düşünürler tarafından nasıl ele alındığı üzerinde de duruluyor.

Umut kavramı her ne kadar zaman zaman ummak kavramıyla eş tutulsa da gerçek olan şu ki, umudun işaret ettiği nokta, çok uzakta, varlığı hiçbir zaman duyularla kavranamamış bir yerde. Bu yüzden umuttan her söz edişimizde aslında var olmayan bir yer ve zamandan söz ediyoruz, çünkü “şimdi”nin içinden konuştuğumuz umut hep ileriyi gösterir ve “şimdi” aynı zamanda umutsuzluk demektir. Şimdi’nin içinden konuşmak umutsuzluğun içinden konuşmaktır. “Umut etmek demek, kişinin kendisini … mevcut olan bir gelecekte tasarlaması, hayal etmesi demektir.”

Kendini gelecekte hayal etmek, şimdinin işlemeyen adalet mekanizmasından mağdur olmak; varlığına, özgürlüğüne yönelen tehditleri savuşturma yolları aramak; o belirsiz ileride haksızlığa uğratandan, zulmedenden hesap sormak demektir. Bu yüzden semavi dinlerde umut kavramı mahkem-i kübra, eskaton ile ilgilidir.

Marksistler içinse bu, her zaman iyiye doğru ilerlemeyeceği kabul edilen tarihtir. Bu yüzden gelecek imkânı nesnel ve reel olmalıdır. Ancak “Bloch’a göre umut bir bakıma dünyadaki -sadece insanlık tarihindeki değil, kozmozun kendisindeki- bir nesnel dinamiktir.” Yani Bloch umut kavramını ele alırken üretim güçlerinin evrimini öncelemek yerine, evrenin kendisinde var olan iyileşmeyle, değişmeye açık bir özle ilgilenir ki, Eagleton bu yüzden, her bölümde referans verdiği, umudun filozofu dediği Bloch’u eleştirmeye bir bölüm ayırmıştır. Eagleton Bloch hakkında şöyle der: “İnsanlık tarihinin her döneminde karşımıza çıkan iktidar kibri, inatla sürdürülen şiddet, çıkarcılık, sürekli tekrar eden ölümcül çatışmalar, yanlış bilincin egemenliği, kökleşmiş sakatlama, sömürme ve aşağılama dürtüsü hakkında duymamız gerektiği kadar şey duymayız Bloch’tan. Böyle nahoş gerçekliklerden gözünü kaçıran her türden hümanizm, umudu ucuza kapatma eğilimindedir.”

Eagleton’a göre umut kavramı ile trajedi birbirine sıkı bir biçimde bağlıdır. Çizgisel tarih trajik olana denk düşer. Çünkü ölümü ve yenilgiyi geri almak mümkün değildir. Bloch’ta trajedi “umudun başarıdansa hüsrana meftun olduğu” söylemiyle desteklenir gibi görünse de o, dönüşmüş bir var oluşun kayıplarla elde edilebileceğini bilir. Bu anlamda Bloch’ta umut ve tarihselcilik at başı gider. Ancak, bu eşgüdüm Bloch’taki umut kavrayışının aleyhine işler.

Kitap boyunca yazarın Bloch’un düşünceleri ve siyasal seçimlerindeki konumlanışıyla ilgili hakkını verme ile eleştirme arasındaki bir çizgide ileri gidip geri dönüşüne şahit oluruz.

Eagleton son bölüm olan Umuda Karşı Umut’ta kavramın edebiyatta husule gelişini irdeliyor. Eagleton trajediyle umudun paradoksal biçimde emsal vaka olduğunu söylüyor. Bu bilgi bizi tekrar başa döndürüyor. Göz yaşı, savaş, iktidar mücadelesi, ölüm bulunan her yapıt umutsuz değildir. Edebiyatın var oluşu umudun kendisidir. Çünkü felaket anlatılabildiği sürece felaketin kendisi son söz olmaktan çıkar. Gerçek yıkım, dolayısıyla umutsuzluk dile getiril(e)meyende vuku bulur.

Kitabı İngilizceden çeviren Emine Ayhan’ın bize sunduğu pürüzsüz ve akıcı okuma deneyimini de anmadan geçmek istemem. Ne de olsa, iyi çeviriler de umuda dahil.

Son söz olarak: “Nereden bakılırsa bakılsın, umut kesinlikle bir iyimserlik meselesi değildir. Bununla beraber, umudun neden müteşekkil olduğu konusunda felsefi düşünme çabasının yok denecek kadar az olması şaşırtıcıdır. Artık bu meseleye dönebiliriz.”