Milat 7 Haziran’dır. 7 Haziran’da sandıktan iktidar partisinin kafasındaki rejim modeline uygun olmayan bir sonuç çıkmış, koalisyon yapılmadan hükümet kurulamayacağı görülmüştür. Peki sonra ne olmuştur? Hepimiz hatırlıyor olmalıyız: Muhalefet “istikşafi görüşmeler”le oyalanırken siyaset kanla dizayn edilmiş, Ceylanpınar’da, Suruç’ta, 10 Ekim’de tekrar seçimin taşları adım adım döşenmiştir. Dönemin Başbakanı’nın 10 Ekim katliamının ardından yaptığı “saldırı oylarımızı […]

Milat 7 Haziran’dır. 7 Haziran’da sandıktan iktidar partisinin kafasındaki rejim modeline uygun olmayan bir sonuç çıkmış, koalisyon yapılmadan hükümet kurulamayacağı görülmüştür.

Peki sonra ne olmuştur? Hepimiz hatırlıyor olmalıyız: Muhalefet “istikşafi görüşmeler”le oyalanırken siyaset kanla dizayn edilmiş, Ceylanpınar’da, Suruç’ta, 10 Ekim’de tekrar seçimin taşları adım adım döşenmiştir. Dönemin Başbakanı’nın 10 Ekim katliamının ardından yaptığı “saldırı oylarımızı artırdı” açıklaması hala kulaklardadır.

Bu süreçte, iktidar partisi hükümeti kuramayınca teamül gereği görevin Cumhurbaşkanı’nca ana muhalefet partisi liderine verilmesi gerekirdi, ama yapılmamış, ülke doğrudan seçime götürülmüştür, yine bu da unutulmamalıdır.

Muhalefetin sadece seyrettiği bu sürecin sonunda, yani 1 Kasım seçimlerinde, iktidarın istediğini aldığı ise açıktır: Oylar artırılmış, sandıktan tek başına hükümet olunarak çıkılmıştır.

İkinci adım 16 Nisan referandumudur. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası “Yenikapı ruhu” adı altında iktidar hegemonyasını tesis etmiş, muhalefet de bu sürece payandalık etmiştir. Toparlanmanın hemen ardından ise ülkenin önüne başkanlık referandumu getirilmiştir.

Bu referanduma OHAL koşullarında gidilmiş ve muhalefet “OHAL kalkmadan hiçbir seçime gitmeyiz, OHAL koşullarında adil ve serbest seçimler yapılamaz” şeklinde güçlü bir çıkış yapmamış, sandığa gitmiş ve referandumdan rejimin anayasal niteliğine kavuşması sonucu çıkmış, partili cumhurbaşkanlığı modeline geçilmiştir.

Aynı seçimde ilk kez milyonlarca mühürsüz oyun geçerli sayıldığı ve seçimin böyle kazanıldığı, bu şaibeli sonuçlara güçlü bir şekilde itiraz edilmediği unutulmamalıdır.

24 Haziran seçimlerinde yaşananlar ise hala akıllardadır. Anadolu Ajansı, YSK ve “baskın basanındır” denilerek ilan edilen sonuçlar…

Anlaşılıyor olmalı, en büyük meşruiyet kaynağı sandık olan iktidar partisi, o kaynağın elinden gitmemesi için elinden geleni yapmış, adım adım Türkiye’de serbest seçimlerin sonuna gelinmiş ve muhalefet de bunu izlemiştir.

Şimdi benzer bir durumu 31 Mart seçimleri vesilesiyle bir kez daha görüyoruz. Seçimlerden önce YSK üyelerinin görev süreleri anayasaya aykırı bir şekilde uzatılmış, CHP bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürmüş ve mahkeme de ortada anayasaya aykırı bir durum olmadığına hükmetmiştir. Bunun dışında başka bir şey yapılmamış, görev süreleri uzatılan isimlerin oylarıyla da İstanbul seçimleri tanınmamıştır.

Peki sonra? Örneğin bugün tüm bu sürece bakarak, “kurallarını sizin koyduğunuz, hakemi siz olduğunuz, sonucunu beğenmediğinizde tekrarına karar verdiğiniz bir müsabakaya, kurallar, hakem, sonucu tanıma garantisi olmadan niye girelim” diye sorulmuş mudur?

İktidara bu süreçte bundan sonraki seçim sonuçlarını da tanımama hakkı verilmemiş midir ve sonuçları bir kere tanımayanın bunu bir kere daha, örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapmayacağının garantisi nedir?

“Darbe yaptı” denilen YSK’yle, “yedili çete” diye adlandırılan üyelerle gidilecek seçim sağlıklı bir seçim olabilir mi?

Ve en önemlisi 23 Haziran’da iktidar İstanbul’u öyle ya da böyle kazanırsa, eldeki seçimi hiçbir direnç göstermeden veren, iktidarın en çok korktuğu şey olan “boykot”u bir blöf olarak bile masaya koymayan muhalefet ne yapacaktır?

Mesele iyimser ya da kötümser, umutlu ya da karamsar olmak değildir, iyimser ve umutlu olmanın beraberinde hakikate gözümüzü kapamayı getirmesine izin vermemektir, tam da bu yüzden yukarıdaki sorular meşrudur ve yanıt beklemektedir.