Memed Fuad’ın Nâzım’ı anlatan kitabında okumuştum. Ahmet Haşim, büyük Nâzım’ın, kendisi için yazdığı hakaret dolu bir şiiri ilk okuduğunda tam bir şair tepkisi göstermiştir. Haşim, bir hayli kırıcı olan söz konusu şiire “şiir tekniği” açısından bakmış, “Kelimeleri çok yerinde kullanmış,” diyerek Nazım’ı övmüştür de. Herhalde “tabuları yıkıyoruz” diyerek eskiye savaş açan Nâzım’ın ağır ifadelerinden hoşnut kalmamıştır ama ne yapacaktı Haşim? Belki o da bir şiirle karşılık verse, “hakaret” ya da “küfür” edebiyatımız açısından zenginlik olurdu bu, fakat yapmamış işte. Yapmış olsaydı, farklı ırmaklardan büyük Türkçe denizine akan bu iki büyük şairin çekişmesinde bile “edebi” bir içerik olurdu kuşkusuz.

Küfrü, “kötü söz sahibinindir” türü olgunluk dolu bir vecizeyle karşılarmış gibi yapsak da çoğumuzun bir Haşim davranışına sahip olmadığımız malum. Karşımda Nâzım çapında bir adam olsa ben de Haşim gibi bakardım olaya ama küfre alacağımız tavrı, çoğunlukla küfür yediğimiz zatın kalitesi, çapı belirler biraz da. “Sahibinin olan kötü söz” aşağılık bir adamın ağzından çıktığında, o kötü sözü yeniden sahibinin yapmak gerekir. Yanlış belki ama inandığım budur. Bu nedenle İzmir Marşı’na ağız dolusu küfürler eden şu “Ganyotçu” lakaplı Ebubekir Öztürk adlı zata tarafımdan da hayli küfür gitmiştir, yalan yok.

O marşa ayılıp bayıldığımdan değil, sadece mevcut ortamın rahatlığına sırtını dayayan ezik bir lümpenin fırsatçılığına bozuluyorum daha çok. Kaldı ki içinde “İzmir’in dağlarında düşmanlar yatar” cümlesi geçen bir marşa küfür eden kişi durup dururken o dağdaki “düşman”ın kendisi olduğunu ilan ediyor bir bakıma. Bu kadar da salak yani adı geçen. Küfür ettiyse etti, anladık, bunu bir de filme çekmek ne oluyor? Üstelik söz konusu görüntüyü sosyal medyada yayan da aynı haltı yediği diğer “arkadaşları” belli ki, başka kim yayacak o görüntüleri? Yani bunlar birbirlerine karşı da kalleşlik yapan tipler.

Bizde küfrün şiirlere kadar girdiği bir gerçektir. Divan edebiyatımızın büyük şairlerinden Nef’i, bu konuda da büyüktür gerçekten. Gerçi sonu da bu yüzden oldu ya. Küfür değilse bile ağır ifadeler içeren şiirlerinde padişahı da diline dolayınca katledildi, biliyorsunuz. Nef’i’nin Gürcü Mehmed Paşa hakkında yazdığı bir şiir vardır ki pek bir fenadır. Küfür edebiyatımızın başyapıtlarından sayılabilecek bu şiirden bir iki mısra: “Sen kadar düşmeni devlet mi olur a hınzır/ Ne durur saltanatın sahibi bilmem a köpek//. Ehli dil düşmeni din yohsulu bir mel’unsun/ Öldürürlerse eğer can becehennem a köpek//. Kafirim ger seni hicvettiğime nadim ise/ Hak huzurunda ya senden utanırsam a köpek//. Uzayıp böyle gider.

İzmir Marşı üzerinden laik, modernist kesimlere küfür eden lümpen küfrün de ciddi bir olgu olduğunu bilmiyor tabii. İki üç sözcükten ibaret, üstelik cinsiyetçi bir küfürdür ettiği ki, her budala sarf edebilir bu tür küfürleri. Oysa koca bir Ortaçağ’da soyluların birbirleriyle yarıştıkları alanlardan biri de bu küfür konusuydu. Küfrü en iyi, en hızlı, en yaratıcı olarak tasarlayan, kullanan belli bir saygınlık görüyordu üstelik. Johan Huizinga, küfrü “yüzsüz sanat” olarak tanımlasa da bir “sanat” olarak görür örneğin. Huizinga’nın, Deschamps adlı bir tarihçiden yaptığı alıntılardan anladığımıza göre özellikle Fransa’da soylular arasında önceleri Gaskon, İngiliz tarzı küfürler yaygınmış. Sonra Bröton, ardından da Burgonya tarzı küfürlerin egemenliği başlamış. Yani ciddi ciddi bir küfür edebiyatı oluşmuş oralarda. Şart mıdır küfür etmek? Değil tabii ama var işte.

Ben kendi adıma bu ezik lümpenden küfrün sosyolojisini bilmesini beklemiyorum ama insan neye küfür ettiğini olsun bilmez mi? Yediği haltı “Marşın öneminin farkında değildim” diye açıklamaya çalıştığına göre bu sersem belki de kendisinin de savunduğu değerlere (varsa gerçekten) küfür de etmiş olabilirdi demek ki. Önce marşın neyi içerdiğini öğrenip buna rağmen küfür etseydi, neye bozulduğunu da anlamış olurduk. Ne bileyim, “İzmir’in dağlarında yatan düşman”ın aslında bu salağın ta kendisi olduğunu düşünmezdik en azından.

Oysa az da olsa “zekâ”sı var. Demagoji yapma konusunda kimden esinlenmişse kapmış bir şeyler. “Bu talihsiz olay için özür diliyorum ama yani 50 milyon insanı denize döktüğünde düşünce özgürlüğü, insanlara kuzu deyince düşünce özgürlüğü, Allah’a Peygambere hizmet eden Cumhurbaşkanımıza hanımefendiye küfür edilince düşünce özgürlüğü ben bir tane cümle dağa taşa söyleyince ne oldu? Bittik. Biz bu memlekette hakikaten garibiz” türü cümleler kuracak kadar “kurnaz” da üstelik.
Salak. Şu saçma sapan özür(!) açıklamanda gayet iyi görüldüğü gibi madem olgular arasında birbirleriyle ilgisiz ya da saçma sapan da olsa “bağlar” kurma yeteneğin(!) var, “dağlardaki düşmana” yönelik bir marşa küfür ettiğinde neden bize “demek ki dağdaki düşman bu denyo” ” dedirtiyorsun?

Cümlesindeki tek gerçek her ne kadar “garibanız” anlamında kullanmış da olsa (bunu da becerememiş yani) bence “tuhaf” olduğunun itirafı olan “bu memlekette hakikaten garibiz” demiş olması.
Bunlar “hakikaten garipler” yahu.