En erken gözlemcilerden Tavernier (17. yy. ortaları), “Türkler vebadan ne korkuyor, ne de kaçıyor, çünkü kadere olan inançları çok büyük” diye yazıyordu

İzmir'in salgın hastalıklarla imtihanı

DR. ERKAN SERÇE

İzmir’in adı yüzyıllar boyunca salgın hastalıklarla birlikte anıldı. Nasıl olmasındı ki… İzmir Doğu Akdeniz’in en önemli liman şehriydi, yüzlerce kilometre uzaktan kervanlarla getirilen Doğu’nun büyük talep gören ürün ve malları İzmir pazarına indiriliyor, birbirinden renkli bayraklarıyla yüzlerce mil uzaklardan gelen onlarca devletin gemilerine yükleniyor; Batı’nın neredeyse bütün şehirlerine dağıtılıyordu. 19. yüzyılda İzmir, İstanbul’dan sonra Osmanlı Devleti’nin en büyük ihracat-ithalat limanı olmuştu. Bazı yıllarda ihracatta İstanbul’u bile geçmişti. Ne yazık ki, bu ticaretin tek sonucu zenginlik değildi.

Önce Veba…

17. yüzyılın ortalarında Doğu’ya pek çok kez ticari seferler düzenleyen Jean-Baptist Tavernier, İzmir’in ticaret dünyasında yükselişinin ilk tanıklarından biriydi. Seyahatnamesinde, İzmir için “yıl geçmiyor ki kentte bir veba salgını çıkmasın” tespitinde bulunmuştu. Bir yüzyıl sonra, yani 18. yüzyılda ise İzmir’in adı neredeyse vebayla eşdeğer hale gelmişti. Konuyla ilgili bir çalışmasında Fransız tarihçi Daniel Panzac, incelediği 80 yılın 58’inde İzmir’in veba salgınıyla boğuştuğunu göstermektedir. Bunlardan bir kısmı hafif atlatılırken, bir kısmı ise büyük kayıplara yol açmaktaydı. Hastalık daha çok bahar ve yaz mevsimlerinde kendini gösteriyordu; yani kervanların mal getirdiği ve gemilerin bu malları götürmek için İzmir Limanı’na demirlediği aylarda. 1727, 1748 ve 1791 salgınları İskenderiye’den, 1754 salgını ise İstanbul’dan deniz yoluyla gelmişti. 1784 salgınının ise kervanlarla İç Anadolu’dan geldiği bilinmektedir.

1765 yılındaki veba salgını hakkında Fransız konsolosunun kaleme aldığı bir mektuptan, günde 300 kişinin öldüğünü öğreniyoruz. 1784 yılındaki salgınla ilgili benzer bir belge günde 300-400 kayıptan söz ediyor. Toplam için verilen sayılar çok daha korkutucu. Yaklaşık 100.000 civarında olduğu düşünülen İzmir nüfusu içinde; 1759’da 5-6.000, 1760’ta 18-20.000, 1762’de 8-9.000, 1765’te 15-16.000, 1784’te 16-18.000 ve 1788’te 18.000 ölüm… Yani salgınların şiddetli olduğu dönemlerde, hastalığın etkisi kent nüfusunun yüzde 5 ila 20’si üzerinde ölümle sonuçlanıyordu.

Peki, farklı etnik ve dinsel cemaatleri barındıran İzmir’de vebanın tahribatı en çok kimleri etkiliyordu? Hemen hemen tüm tanıklıklar ve bilgiler, vebanın gazabına öncelikle Türklerin, daha sonra sırasıyla Yahudi, Rum, Ermeni ve Frenklerin uğradığını gösteriyor. Türklerin ilk sırada yer alması, kentte en yoğun nüfusu oluşturmalarına bağlanabilir. Tabii ki bu bir etken. Ancak fark sadece bununla açıklanamayacak kadar büyük. Ayrıca Rumlardan çok daha az olan Yahudilerin ikinci sırada olması, nüfus çoğunluğunun ölüm yüzdesine tam olarak yansıyacağı yaklaşımını zayıflatıyor. Gözlemcilerin bu konuda birleştikleri en önemli etken dinsel kökenli cehalet.

En erken gözlemcilerden Tavernier (17. yy. ortaları), “Türkler vebadan ne korkuyor, ne de kaçıyor, çünkü kadere olan inançları çok büyük” diye yazıyor. 1678’de İzmir’e gelen Corneille Le Bruyn, Türklerin Allah’ın emri olarak kabul ettikleri ölümden ve dolayısıyla hastalıktan hiç korkmadıklarını, ancak bu nedenle herhangi bir önlem almayı ve sakınmayı düşünmedikleri için durumlarının acıklı olduğunu kaydediyor. 18. Yüzyılın sonlarına ait gözlemler de farklı değil: “Türkler kadercilikleriyle insanın, Allah’ın değişmez buyruğu olan yazgısını değiştiremeyeceğine inanarak, bu yıkıcı salgına karşı Avrupalıların aldığı önlemleri sadece boşuna değil, aynı zamanda büyük bir suç olarak görür ve ölüm dört bir yanı sardığında, büyük bir sakinlik içinde buna boyun eğerler.” 1825-1828 yılları arasında Anadolu’da hüküm süren veba salgını için halk şairi Hasan’ın ağıtından bir parça her şeyi anlatmaktadır:

“Hidayet Mevlâ’dan geldi bu sene
Emir Mevlâ’dandır, evler yıkıldı
Nice ana, baba beli büküldü
Koç yiğitler katar ile çekildi.”

Şiirin tamamına hâkim olan baskın kelimeler, ‘emir Mevlâ’dan’, ‘Felek’, ‘kader’ ve ‘şehit’ Türklerin salgın hastalıklar karşısındaki tavrını özetlemektedir.

izmir-in-salgin-hastaliklarla-imtihani-709166-1.

Büyük salgın dönemlerinde Rumlar, adalara kaçmayı yeğlerken Frenkler ise çevre köylere sığınıyorlardı. Evlerine kapanan Kentte kalanla ise, evlerine kapanıp kimseyle temas etmeme ve kapılarını hiç kimseye açmama yolunu yeğliyorlardı. Günlük ihtiyaçlarını, pencerelerinden sarkıttıkları bir sepete koydurularak pencereden çekiliyor, bunlar kullanılmadan önce iyice yıkanıyor ya da dumana tutularak tütsüleniyordu. Gerek evlerine kapanan ve gerekse köylere çekilen Frenkler ihtiyaçlarını karşılamak için de Türklerden yararlanıyor, adam bulmak konusunda da sıkıntı yaşamıyorlardı.

Veba, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında yıkıcılığını giderek azalttı; ancak 1900 yılında bile İzmir’de hala can almaya devam ediyordu. Kaldı ki vebanın yerini başka bulaşıcı hastalıklar doldurmaya başlamıştı. Sıtma, tifo, difteri, çiçek, frengi ve kolera sık sık şehri ziyaret eden hastalıklar oldu. Özellikle kolera, Tüm Dünya’da olduğu gibi son dönem Osmanlı İzmir’ine damgasını vurdu.

KOLERANIN SALTANATI…

Hindistan kökenli bir hastalık olan kolera, ilk olarak 1831’de İstanbul’a, hemen ardından aynı yıl İzmir’e ulaştı ve 1918 yılına kadar defalarca tekrarlandı. Kolera, veba salgınlarında olduğu kadar can almasa da bazı dönemlerde kıyıcı sonuçlar yarattı. Pek çok kolera salgını vakasından birini, İzmirlilerin “Büyük Kolera” adıyla andıkları 1865 salgınını anlatalım. İzmirli doktor A. Cricca’nın hazırladığı rapora göre 1865 yılındaki kolera salgını, kente “öfkeli bir intikamcı gibi, merhametsiz, acımasız ve aniden” 24 Haziran’da indi. İlk vaka Mekke’den gelen bir hacıydı. Mezarlıkbaşı’nda Yahudi Mahalleleri’nin arasında bulunan Lazaretto’ya yatırılan hasta birkaç gün sonra öldü. Ölüyü yıkamak için görevlendirilen Rum kadını da dört gün sonra ölünce, salgının tetiklendiği anlaşıldı. Kısa sürede Yahudi Mahallesi’nde etkisini göstermeye başlayan salgın Türk, Ermeni, Rum ve Frenk mahallelerine sıçradı. 17 Temmuz’da bütün şehir halkı koleradan kırılmaya başlamıştı. Bitişik düzendeki evler, dar ve kirli sokaklar, pis su birikintileri salgının hızla yayılmasında önemli rol oynadı. Şehirden kaçabilenler, hastalığı, Bornova, Buca, Göztepe, Seydiköy ve diğer köylere taşıdı. Cricca’ya göre genel korkunun tetiklediği göçler hastalığın adalara, hatta Avrupa şehirlerine kadar ulaşmasını sağladı. Pagos Dağı’na kurulan çadırlara taşınan hastalardan hayatını kaybedenlerin tek tek gömülmesine yetişilemediğinde, mezarlıklarda açılan büyük çukurlara toplu olarak gömü yapılmaya başlandı.

Cricca’nın verdiği bilgiye göre ölenlerin 800’ü Yahudi, 700’ü Rum, 520’si Türk, 100’ü Katolik, 60’ı Ermeni, 20’si Protestan, toplamda 2200’dü. Cricca gerçek sayıyı öğrenmenin imkânsız olduğunu da eklemekten geri durmamış.

ÖNLEMLER…

19. yüzyıla kadar koruyucu sağlık uygulamalarının bulunmadığını, salgın karşısında başvurulan tek yolun ‘kaçmak’ olduğunu belirtelim. 1840’larda uygulanmaya başlanan karantina yöntemi ve bu meyanda kurulan İzmir Karantina’sı (Karataş’ta) hiç kuşkusuz olumlu etki yapmakla beraber, salgınları tamamen durdurmaya yetmedi. Kaldı ki karantina daha çok denizden gelebilecek tehditlere karşı bir önlem olarak düşünülmüştü. Hastalık başladıktan sonra özellikle hastalara karşı nasıl davranılacağı ise belirsizdi. İzmir’deki Müslüman, Rum, Ermeni ve Musevi hastaneleriyle birlikte yabancı devletlere ait hastanelerde, salgın döneminde bir bölüm salgından etkilenen hastalara ayrılıyor, ancak tecrit koşullarının sağlanamaması nedeniyle hastalık kısa sürede diğer hastalara da yayılıyordu. 19. yüzyılın sonlarında başlayan koruyucu sağlık önlemleri, salgın hastalıkların etkisini azalttıysa da tamamen yok edemedi. Devlet, salgın hastalıklara (emraz-ı sariye) karşı tecrithane adıyla ayrı bir hastane açma konusundaki ilk adımı ancak II. Meşrutiyet döneminde atacaktır. Emraz-ı Sariye adıyla 1912’de kurulan bu hastane, Tepecik Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi adıyla günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

Meraklısına okuma önerileri:

► Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı, Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Zamanı, Çev. Selahattin Erkanlı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018.

► Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997.

► Rauf Beyru, 19. Yüzyıl’da İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam, İBB Kültür Yayınları, İzmir, 2005.

► Mehmet Karayaman, 20. Yüzyılın İlk Yarısında İzmir’de Sağlık, İBB Kültür Yayınları, İzmir, 2008.