Japonya’da yaşamakla ilgili zor olan şeyler genel olarak iletişim ile ilgili. Bizim buradaki yaşantımızın içinde bazen de mecburiyetten bulduğumuz kişisel pratik çözümler Japonya’da asla işlemiyor. İşlerin her zaman öğretilen ve bilindik sırada ilerlemesi gerekiyorsa sizin pratik çözüm önerilerinizin işlevselliği kalmıyor. Bunu her daim sorgulayacak bir insansanız çok zorlanabilirsiniz.

Japonya, ben ve müzik

SELEN GÜLÜN

Japon müzisyenlerle ilk tanışıklığım Berklee College of Music’te öğrenciyken oldu. Boston’da ilk defa okulun meşhur binası Massachusetts 150’ye yürürken karşılaştığım müzik öğrencilerinin birçoğu şaşırtıcı bir şekilde Asya kökenliydi. Sonradan öğrendim ki Berklee’de Japonlar Amerikalılardan sonra öğrenci sayısı olarak ikinci sıradaymış. Hatta Tokyo’da Berklee College mezunlar toplantısında bahsetmişlerdi, ülkede müzik sektöründe çalışan profesyonel müzisyenlerin neredeyse yüzde 40’ı Berklee mezunuymuş. Okulda her seviyeden Japon müzisyenle tanıştım, çaldım, arkadaş oldum. Japonya bilgisi suşi yemek, haiku, besteci Toru Takemitsu, yönetmen Akira Kurosawa ile sınırlı olan, henüz o dönemde Japon edebiyatına merak salmamış biri olarak yüz yüze iletişimden çok şey öğrendim. Bende “Japon insanını tanıdım” demenin hiç de kolay bir şey olmadığı gibi öznel bir duygu oluşmuştu ki sonradan bunu bizzat içinde yaşayarak deneyimleme fırsatım oldu. Japonların genel olarak İngilizce konuşmakta zorlandıkları bilinir fakat Berklee’de bunun sorun olmadığını, 144 ülkeden müzisyenin bir arada müzik yapmaya çalıştığı yerde müziğin sadece bir sanat dalı değil iletişim dili ve becerisi olduğunu da öğrenirsin.

Japonya ile ilk profesyonel temasım 2013’te ülkenin en büyük plak dağıtımcısı Disk Union’ın web sitem üzerinden bana ulaşıp Trio albümüm olan Answers’ı (Pozitif, 2010) ülkede satışa çıkartmak istediklerini söylemeleriyle başladı. Yazışmalar sonucunda kendilerini plak şirketine yönlendirdik. 2014 başlarında Pozitif CD’leri yolladılar. Satışları takip etmek hiç aklıma gelmemişti. Bir gün Instagram’dan bir takipçim Tokyo’da plak almak için bir dükkâna uğramış, orası da Disk Union’ın caz müziği yayınları sattığı yer. “Answers albümün burada ilk 10’da 6 numarada satıyor” diye etiketleyerek paylaşım yaptı. Çok sevindim. Japonya tüm dünya müzik endüstrisinde Amerika’nın ardından ikinci sırada ve yüzölçümü satışlar dengesine bakılırsa aslında birinci sırada olduğu görülebilir. Ayrıca caz konusunda gerçek bir dev! Ülkede yüzlerce caz kulübü var, tüm prestijli plak ve CD’lerin Japonya basımlarının arşiv değeri vardır. Caz gündelik hayatın bir parçası olarak bilinir. Tüm dünya yıldızlarının çalmayı en çok önemsediği ve sevdiği ülkedir. Haberlere baktım, birkaç kritik okudum, çok olumluydu. 2014’e kadar birçok ülkede müziklerimi çalmıştım ama Japonya’ya yolum düşmemişti. Haziran 2015’te Disk Union için imza günü yapıp solo konser çalmak ve bir de trio konseri çalmak üzere Tokyo’ya gittim. Büyülendim.

Tokyo ve Japonya’da yaşam hakkında romantik hikâyeler anlatılabilir. Ama doğrusu yaşamak için kolay bir yer değil. Ben aslında Tokyo’nun romantizmini değil bu zor olan gerçekliğini sevdim. Bir şehir hayatından sanatçının şehirle iç içe yaşama ama gerektiği zaman kendini izole edebilme beklentisi vardır. Günlük hayat dış etkenli bir rahatsızlıktan ne kadar uzaksa o kadar rahatlıkla içe dönebilirsiniz. Bunu Japonya’da kolaylıkla sağlayabiliyorsunuz çünkü kişiye, yaşama saygı ve çevre ile uyumlu hareket etme ihtiyacı şehir hayatının merkezinde duruyor. Şehirlerin birçok yerinde büyük binalardan, kalabalıklardan kaçabileceğiniz Japon bahçeleri ve parklar var. Depreme dayanıklı binalarda yaşayan Japonlar sallanınca asla evlerini ofislerini terk etmiyorlar. Piyano çalışmak için düzenli gittiğim bir yer vardı. Yan odada çalışan flütçünün deprem olduğunda çalışmaya ara bile vermediğini fark ettiğimde ben de rahatlamış çalışmaya devam etmiştim. Bir mühendisin insanlar için sağlam yapılar yapmayı onur meselesi haline getirdiği bir kültür bu. Kişilerin birbirine güvenme ilkesi var. Bu da toplumsal olarak adalarda, en yakın kara parçasının uçakla iki saat civarı olduğu durumda bir arada yaşamayı kolaylaştırıyor. Ben arkadaşlarıma “İç tatilindeyim” diyordum Japonya günlerim için. Tokyo kalabalık bir şehir olsa da o yaşamsal devinim içinde hemen parçası olabildiğiniz bir uyum var. Doğal bir ihtiyaç armoni içinde yaşamak. Korna çalmadan, metroda herkesin birbirine hemen selam vererek sola geçtiği, bir yere girilecekse itiş kakış olmadan sıraya girildiği, sergilerin dolup taştığı, konserlerin maç var diye iptal edilmediği, köpeklerin bile havlamadığı ve her daim taksi bulunabilen bir şehir Tokyo.

Japonya’da yaşamakla ilgili zor olan şeyler genel olarak iletişim ile ilgili. Bizim buradaki yaşantımızın içinde bazen de mecburiyetten bulduğumuz kişisel pratik çözümler Japonya’da asla işlemiyor. İşlerin her zaman öğretilen ve bilindik sırada ilerlemesi gerekiyorsa sizin pratik çözüm önerilerinizin işlevselliği kalmıyor. Bunu her daim sorgulayacak bir insansanız çok zorlanabilirsiniz. Benim Japonya’da yaşama isteğime bazı yurtdışında yaşayan Japon sanatçı arkadaşlarımdan şaşkınlıkla karışık itirazlar gelmişti. Çoğunluğu kadın olan sanatçı arkadaşlarımın ülkelerinden uzakta bir yaşamı tercih etmelerinin en önemli sebebi sosyal ve kültürel muhafazakârlık. Kendi yaşam tarzlarının ve üretim pratiklerinin sorgulanıyor olması. Bir de en azından günlük hayatı idare edebilecek kadar Japonca öğrenmek gerekli, yoksa iletişim sorunları kaçınılmaz. Sofia Coppola’nın Lost in Translation filmini izlediyseniz Japonya’daki iletişim probleminin nasıl bir şey olduğu hakkında aşağı yukarı bir fikriniz vardır. İzlemediyseniz muhakkak izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca bir de içeridekiler/dışarıdakiler hissi var. Yabancıysanız öyle kalmanız tercih ediliyor. Bunu maalesef kısa bir yazıda anlatmak zor.

Japonya konserleri hikâyeme geri dönersem, Disk Union için çaldığım imza günü konserine dinleyiciler ellerinde CD’ler, şeker, çiçek gibi bazı minik hediyeler ile geldiler. Trio konserimde iki Japon müzisyenle sonradan favorilerimden olacak Electrik Jinja’da hınca hınç dolu kulübe çaldık. 10 günlük seyahatimde biraz gezebildim. Bir daha dönmeyi çok isteyerek döndüm İstanbul’a. Aynı yaz 15 günlüğüne bir daha gittim. Bir sonrakinde bir ay kaldım. Yerleşmeye karar vermem bir buçuk senemi aldı. Japonya çalışma izni konusunda ısrarcı ve hassas bir ülke. Müzisyen arkadaşlar hem gezmeye giderim hem de ne güzel çalarım diye düşünürlerse büyük risk almış olurlar. Bir çalışma izniniz yoksa büyük ve önemli kulüplerde konser alabilmeniz imkânsız. Menajersiz çalışmak zor çünkü kulüpler aylar öncesinden doluyor. Tokyo’da sadece caz çalınan 150’den fazla kulüp var. Ülke müzisyenlere sunduğu özellikle manevi fırsatlar sebebiyle çok ilgi görüyor ama yetkin müzisyen sayısının da çok fazla olması özel mekanlarda sıranın size gelmesini zorlaştırıyor. Hatırlıyorum bir pazar günü 200’den fazla caz konseri vardı sadece Tokyo’da. Müzisyenlerin çoğu bizde de olduğu gibi ders veriyor ya da yarı zamanlı başka işler yapıyorlar. Yaşam çok pahalı ve kiralar yüksek. Müzisyenler evlerde enstrüman çalışmak veya öğrenci kabul etmek yerine her semtte var olan Noah Studios gibi çeşitli ebatlarda çalışma odalarını saatlik kiralayabildikleri mekanları tercih ediyorlar. Piyanolar temiz ve her zaman akortlu. Kulüplerin çoğunda piyano var. Teknik ekipmanlar üst düzeyde. Enteresan bir ayrıntı ise kulüp sahiplerinin çoğunun kadın olması. Tokyo’nun en önemli caz kulüpleri arasında çalmayı sevdiklerim; Alfie, Body and Soul, Electrik Jinja, Lady Jane, Koen-dori Classics ve Chiba’da efsane mekân Jazz Spot Candy.

Japonya’da caz günlük hayatın her yerinde, adeta pop müzik gibi ilgi görüyor. 24 saat açık marketlerden otobüslere, kafelerden AVM’lere her yerde caz var. Müzisyenler donanımlı ve müzisyenlik seviyesi çok yüksek. Çalışan kesim işten sonra mahalle kulüplerine gidip müziği, müzisyeni ve kulübü desteklemeyi ihmal etmiyor, bunu bir görev olarak görüyorlar. Çocuklar erken eğitimde muhakkak bir enstrüman çalıyor. Dolaşıma açık lokal festivallerle müzisyenleri ve caz müziğini günlük hayatın içinde tutuyorlar. Bütün bunlar benim gibi müziğin çeşitli alanlarında üretmeyi hedefleyen müzisyenler için elbette çok cazip fırsatlar. Ben de iletişim dili olarak müziği kullanabilmenin avantajıyla duo konserlere yönelmiştim; Keiji Haino, Issei Igarashi, Keisuke Ohta, Hakuei Kim, Michiyo Yagi gibi müthiş müzisyenlerle çalma ve kaydetme fırsatım oldu. Son albümüm Many Faces (iKi Muzik, 2019) böyle etkileşimlerden doğdu. Ardından yine Japon müzisyenler ile Sea by Sea (iKi Muzik, 2019) ve Yollar (iKi Muzik, 2020) teklilerini yayınladım. Tokyo sahnesinin 9 yıldız müzisyeninden oluşan bir ekiple Blue Band Japan’i kurdum, konserler verdim. Japonya deneyimim bana özellikle müziğime ve yaratım sürecime sabırlı, sakin ve yeni estetik değerlerle yüklü bir anlayışla yaklaşmayı öğretti. Araya pandemi girmiş olsa da Japonya ile bağlarım derin. Yeniden özgürce hareket edebileceğimiz ve korkusuzca bir araya gelip müzik üretebileceğimiz günleri sabırsızlıkla bekliyorum.