Öyle bir yağmurda yürümektedir sanki hep Jeanne Moreau. Büyük aşkla bağlandığı Louis Malle’in bir filminde Miles Davis müziği eşliğinde yürüyüşüne dalıp gittiğimizde duyarız birden, belki farkına bile varmaksızın yitirdiğimiz şeyleri

Jeanne Moreau öldü mü?

Onur Behramoğlu

Leylâ Erbil, 9 Kasım 2008 tarihinde bana yazdığı bir mektupta şöyle söylüyordu: “Yakın zamana kadar Jeanne Moreau’nun ‘La Notte’deki bir fotoğrafı, hani yukardaki setten aşağıya biraz tiksintiyle bakan, Mastroianni’yi seyreden yüzü asılıydı çalışma odamın duvarında. Öyle derin anlamlı bakışa çok az rastlamışımdır sinemada ama kadın yıllarca öyle bakmaktan sıkıldı herhalde, bir gün arkam kendisine dönük olarak çalışırken çerçeve duvardan sessizce indi yere, tuzla buz oldu! Hoş ben de bıkmıştım artık o bakıştan, o süzüşten. Yazında Necatigil’le ördüğün ağları anlamaktan âciz kaldım doğrusu; çünkü bu şairimizin değerine vâkıf olmakla birlikte künhüne varamamışımdır bir türlü.”

Bunları anlatmasına sebep, ‘Yeni Film’ dergisinde Antonioni’nin ölümünün ardından yazdığım yazıdaki şu cümlelerin altını çizmiş olmasıydı: “Anlatınca bir şeyler ölüyor / Bir şeyleri biraz / da uzaktan görmeli!... demiyor muydu Jeanne Moreau, ‘Gece’ boyunca susup, eşini uzaktan izlerken? ‘Kopmuş bağlar / Sonunda öyle ki / Neyimizdi kimdi / Kimsemiz olmayacak.’ Çantasında yıllardır taşıdığı mektubu ona okuduğunda, hatırlayamıyordu eşi, bir zamanlarki kendisinin, uzun süredir karısı olan kadına yazdığı aşk dolu satırları. ‘Gece’ ile aynı tarihte, Marcello Mastroianni ile Jeanne Moreau’yu izleyip de haykırmış gibidir Necatigil: Dünya! Yu ellerini yalnızlık sularında.”

Onun için kaleme alınmış en güzel yazıda Yıldırım Türker, “Moreau’nun yüzü her şeyden önce bir fikirdir. Bir varoluş bilgisi. Yaşı hiç olmamıştır. En genç olduğunda bile yüzünde o gizemli dünya bilgisi. Daha çocukken Jeanne Moreau’ya hayran olmakla şiirseverlik arasında bir bağlantı kurduğumu hatırlarım. Ona duyulan aşkın da çok tekinsiz ve içten patlamalı bir yola davet ettiğini hissettiğimden belki. Jeanne Moreau’nun yüzü, bana geçen yüzyılda yitirdiğimiz kimi coşkuları hatırlatıyor” der.

Tam şu anda kitaplığımdaki ‘İsyankâr Yüzyıl-Yirminci Yüzyılın Başkaldırı Sözlüğü’ne uzanıyor elim, yitirdiğimiz kimi coşkulara: Ekim Devrimi, Cumhuriyetin ilk günleri, Kara Panterler, Mandela, Elvis, “Her şeye öyle bir ayar vermeli ki / ramak kalsın patlamaya” diyen Antonin Artaud, Dada Manifestosu’nda “Gördüğümüz her şey sahte” diye haykıran Tristan Tzara, Küba, Vietnam, Beat Kuşağı, 68, Camus (“Başkaldırıyorum öyleyse varız!”), Cezayir direnişi, Lennon, Adorno, Fanon, Sartre, Benjamin, Aziz Genet, Guernica, Kızıl Rosa, Malcolm X, Sacco ve Vanzetti, Filistin, Nâzım, Neruda, Zweig, Prévert, Ritsos, Furuğ…

Böyle bir yüzyıldan geçip yirmi birinci yüzyılın on yedi senesinde de bizlere yoldaşlık etti Moreau. Bakışından, süzüşünden bıktığım olmuş mudur benim de? Mutlaka olmuştur; hangi bakıştan, hangi yüzden bıkılmaz ki! Ama o bakışa tutulmakla şiirseverlik arasında sahiden bağ vardır, şiirden de usandığı olur insanın, şöyle yüzeyde kalmak ister arada bir, herkes gibi kayıtsız olmak, umursamamak, gülüp geçivermek. Sonra bir yağmur yağar, “yağmurlardan sonraki nedensiz bir dargınlık gibi” çıkagelir şiir.

Öyle bir yağmurda yürümektedir sanki hep Jeanne Moreau. Büyük aşkla bağlandığı Louis Malle’in bir filminde Miles Davis müziği eşliğinde yürüyüşüne dalıp gittiğimizde duyarız birden, belki farkına bile varmaksızın yitirdiğimiz şeyleri. Elini önce burnunun üzerinden, birkaç saniyeliğine kapadığı gözlerinin arasından alnına götürüp oradan da usulcacık okşayıp ağrısını dindirmek istercesine yüzünün sağ yanına kaydırışı, serbestçe yana bırakacakken ani bir jestle çenesinin altına, bir şeylerin yumru olup tıkadığı boğazına doğru bir yerlere adeta saklayışı, âşık olunacak kadının simgesidir benim için. Ağır, zarif ve emin adımlarla yürüyen, yürürken düşünen, vitrinlerin ve eşyanın ve gelip geçici ne varsa hepsinin çağrısına küçümsemeyle bakarken bakmamanın olanaksızlığını-böyle bir dünyaya hapsolmuşluğumuzun acısını duyan, insan kalbinin taşıyamayacağı denli duyguyla yüklü ama duygusunu taşkınca yaşayamayacak kadar mağrur, herkesin saklı gerçeğini her an görüp hissetmeye yazgılı olduğunun bilinciyle yaralı bir kadın.

Çalışma odasının duvarına Moreau’nun fotoğrafını asan Leylâ Erbil, onu Necatigil’e değil en sevgili şair dostuna yakıştırdığımı duysa, içe işleyen gülümsemesiyle bakar, hak verirdi. Diyorum ki, Edip Cansever şiiridir Jeanne Moreau, öyle olduğu için o benzersiz yapıtların yazarının çalışma odasına konuk olma ayrıcalığı edinebilmiştir. “Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok / Kıyılar da bomboş, kır yolları da / Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum / Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca” dizeleridir Moreau, “Göğsümün ortasına bir gül yerleştirdim / Acı, apacı bir gül / Dışarı çıktım” dizeleridir.

“Tarçından örülmüş bir suskunluktur dili.”

“Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi”dir.

Ve elbette inanmıyorum öldüğüne, ölmemiştir.