Swift uzun yıllar oranın başrahibi olarak görev yapmıştı çünkü. “Saint Patrick’e girmek için bir avuç para vereceksin şimdi,” dedi Mary huysuz huysuz. “Tanrı’nın evi değil mi orası?” diye sordum. “Tanrı’nın parayla işi yok, ama Kilise’nin var,” diye söylenmeye devam etti Mary

Jonathan Swift: Öfkenin kalbe dokunduğu yer

Ne zamandır Jonathan Swift’in mezarını görmek istiyorum. “Şart değil ama madem istiyorsun, gidelim o zaman,” dedi Mary, bulmacasından gözünü ayırmadan.

Bir yergi ustası olduğunu kabul etmekle beraber, İrlandalılar bu büyük yazara biraz mesafeli duruyorlar. Bunda Swift’in Anglikan Kilisesi’nin önde gelen kişilerinden biri olmasının etkisi olsa gerek. Royalist bir ailenin çocuğu olarak Londra’da büyüdüğü için, Dublin’de geçirdiği yılları bir tür sürgün olarak kabul etmesinin de tabii.

Halbuki İngiltere’de çenesini tutamayıp Kraliçe Anne’in damarına basınca derdest edilip İrlanda’ya gönderilen Swift, orada hayatının en büyük eserlerini verir. Başta Gulliver’in Seyahatleri (1726) olmak üzere birçok siyasi alegori ve deneme yazar . Denemeler arasında en iyi bilineni, benim de çok sevdiğim Alçakgönüllü Bir Öneri (1729), İrlanda’daki sömürünün boyutlarını göstermesi açısından çok ilginçtir. Bir yergi şaheseri olan bu metinde Swift, İrlandalı yoksul ailelere bebeklerini zengin İngilizlerin sofralarında sunulmak üzere satmalarını önerir. Böylece hem onlar bakamadıkları çocuklardan kurtulacak hem de İngilizler bu sömürgenin etinden sütünden daha iyi faydalanır hale geleceklerdir. Alçakgönüllü bir Öneri, bu benzersiz yazarın kapkara mizah anlayışının, kıvılcımlı zekâsının ve adalet duygusunun en iyi örneklerinden biridir.

Jonathan Swift’in mezarına gitmek istemem, biraz da bu metinle ilgiliydi aslında. Dik kafalılığına ve sivri diline bildim bileli hayran olduğum bu ustaya bir nezaket ziyaretinde bulunmak istemiştim. Mezarın, Saint Patrick Katedrali’nin içinde olduğunu biliyordum. Swift uzun yıllar oranın başrahibi olarak görev yapmıştı çünkü. “Saint Patrick’e girmek için bir avuç para vereceksin şimdi,” dedi Mary huysuz huysuz. “Tanrı’nın evi değil mi orası?” diye sordum. “Tanrı’nın parayla işi yok, ama Kilise’nin var,” diye söylenmeye devam etti Mary. Katedralin müze sayılabileceğini ve böyle konularda cimrilik etmemek gerektiğini söyleyecek oldum ama beni dinlemedi. “Pazar ayinine gideceğiz,” diyerek kestirip attı sonunda, “Hem koroyu da dinlemiş olursun.”

Pazar günü Saint Patrick’e doğru yürürken, Dublin’in bu meşhur katedraline bizimle birlikte oluk oluk insan akacak sanmıştım. Kilisenin önünde bekleyen üç beş kişiyi görünce şaşırdım doğrusu. İçeri girerken herkes birbiriyle selamlaştı, bazıları el sıkıştı. “Protestan görünmeye çalış!” diye fısıldadı Mary kapıdan geçerken. “Nasıl yani?” dedim. “Edepli, iyi giyimli ve orta sınıf,” diye cevap verdi ağzının kenarından konuşarak. Etrafıma baktım. Gerçekten herkes pek şıktı. Arkadaki meraklı birkaç turist ve biz hariç, cemaat taş çatlasa 20-25 kişi kadardı gerçi. “Herkes nerede?” diye sordum. “Herkes Katolik,” dedi Mary yine muzırca gülerek.

Arka sıralardan birine geçip terbiyeli bir şekilde oturduk. Rahipler ve oğlan çocuklarından oluşan koro yerini aldı. Aralarında bir de kadın vardı. Anglikan Kilisesi’ne kadınların da kabul edildiğini biliyordum. Yine de bu kadar geleneksel bir yapının içinde rahip cüppesiyle bir kadını görmek şaşırttı beni. Ben bunları düşünürken koro, ilahiler söylemeye başladı. Kimisi Latince kimisi İngilizce olmak üzere uzun uzun dualar okundu. Koro hakikaten harikaydı. Ama kaptırıp gitmek mümkün olmadı. Çünkü ilahiler sırasında insanlar habire oturup kalkıyordu. Ben de herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım. Fakat Mary romatizması yüzünden biraz yavaş hareket ettiği için, herkesi yarım saniye gecikme ile takip ederek böyle bir saat kadar devam ettik.

Sonunda, başrahip kürsüye çıkıp günün vaazını verdi. Avrupa Birliği’nden, Brexit’ten ve İrlanda’nın bu coğrafyadaki yerinden söz etti. Bağımsızlık, bağımlılık ve birbirine bağlı olmak kavramları üzerinde durarak neredeyse köşe yazısı tadında bir siyasi analiz yaptı. Öyle ki, konuşmasını bitirdiğinde soru-cevap kısmını beklerken buldum kendimi. Neyse ki soru sormaya kalkan olmadı. “İnsanın kalbinde ateş yakan bir konuşma sayılmazdı, değil mi?” dedi Mary ayinden sonra.

Katedrali gezerken Mary’nin ne demek istediğini anlar gibi oldum. Bu görkemli kilisede her şey çok temiz, çok düzenli ve biraz da sterildi. İlahi olana dair bir iz bulabilmek için insanın gerçekten çok uğraşması gerekiyordu. Sonunda Swift’in mezarına geldiğimizde, bu büyük şairin bir lafı geldi aklıma: “İrlanda koyu Hıristiyan olsa da yeterince dindar değildir” demişti bir yerlerde. Bununla Katolikleri mi yoksa Protestanları mı kastettiğini bilmiyorum ama her zamanki cesareti ile konuştuğundan eminim. Onun yaşadığı 18. yüzyılda, modernliğin ayak sesleri çoktan duyulmaya başlanmıştı. İrlanda’da yerel inanışlarla ve batıl inançlarla karışmış olmasına rağmen Orta Çağ boyunca güçlü bir gelenek olarak devam eden Hıristiyanlık, modernlikle beraber yerini daha dünyevi bir din anlayışına bırakıyordu. Swift de muhtemelen insanın Tanrı ile kişisel bağının zayıfladığını hissetmiş ve onun yarattığı hayal kırıklığını ifade etmişti. Saint Patrick’teki sabah ayininin, bütün o güzel ilahilere rağmen, ruhani bir tecrübeden ziyade bir pazar buluşması havasında geçmesinin sebebi de buydu herhalde.

Jonathan Swift’in mezarının başında bir süre durdum. Hayatı boyunca inandığı şeylere dair hep yüksek sesle konuşmuş bu sıra dışı adam, ilham perisi ve yakın dostu Stella’sının yanında öyle sessizce yatıyordu. Kendi benzersizliğinin farkında olsa gerekti, çünkü mezar taşında aynen şöyle yazıyordu:

Burada yatıyor
Jonathan Swift’in bedeni
İlahiyat doktoru ve bu katedralin başrahibi
O celallenmiş öfkenin
Artık kalbe dokunamayacağı yerde.
Şimdi git, ey Yolcu!
Ve taklit et, başarabilirsen eğer
Durup dinlenmek bilmeyen
Bu özgürlük fatihini.